Wednesday, 6 October 2010
The Doors ve Jim Morrison üzerine...
Monday, 13 September 2010
Aganta Burina Burinata
Aganta Burina Burinata, Halikarnas Balıkçısı'nın ilk eseri ve aynı zamanda mavinin öyküsü... Balıkçının maviye olan tutkusunun bir hikayesi. Kaderi deniz olan insanların, kaderin tokat gibi yüzlerine çarpmasını, varlarını yoklarını denizden kazanırken, ne kadar acıklıdır ki kazandıklarını, sevdiklerini denize vermelerini anlatır. Kayıpların keskin acısının nasırlaştırdığı, rüzgarın ve tuzlu suyun kuruttuğu umutların tüm olan bitene rağmen yaşam mücadelesi kucaklar insanı tüm roman boyunca.
Bize göre basit görünen dünyaların aslında ne kadar engebelerle dolu olduğuna şaşarsınız. Sevmenin ama basit şekilde sevmenin, karşılık beklemeden, mutluluk kadar hüznü de severken kucaklamanın hikayesi insanı büyüler. Hayatın aslında bütün bir hikaye değil, kısa öykülerden oluşan bir derleme olduğu gerçeği yakalar insanı.
Halikarnas Balıkçısı'nın dili ise yumuşak, kaygan bir o kadar da anlamlıdır. Yalınlığın, sadeliğin ne kadar çok analatabildiği Halikarnas Balıkçısı'nın öyküsüdür. Onun hikayeleri sadece konuşmaz, hisseder ve yaşar, o kadar hisseder ki sanki elinizdeki kitap değildir de candır... O Ege'nin hikayesini yazar, meltemin dövdüğü ruhların, Anadolu'nun güzel insanlarını tasvirler ve bunu öyle bir anlatımla yapar ki kendinizi kahramanıız Mahmut gibi, ona denizi sevdiren Halil Usta gibi, sevdiği kadın olan Erkek Fatma ve daha nice Ege köylüsü gibi hissedersiniz...
Denizcinin neşesi rüzgardır, o rüzgar ki denizci, ekmek teknesine tam yol enginelere yelken açması için o keskin nida ile emreder.. Rüzgar bir kez yelkenlere doldu mu o zaman "Aganta Burina Burinata"...
Friday, 13 August 2010
Karar verme ve sistem...
Sunday, 8 August 2010
En iyi Vegas Filmleri
Fear and Loathing in Las Vegas
Leaving Las Vegas
Aşk hikayelerinin en ümitsizi aynı anda da en ümit verenlerinden birinin çevresinde geçen bir hikayedir kendileri...
Nicholas Cage'in canlandırdığı karakterin alkolik olması ve kendi içerek ölmeye adamış olması, benzer şekilde Elizabeth Shue'nun da serbest düşüşte olan fahişelik hayatı aslında filmin asıl konusu için altlık görevi görür. Bu iki insan karşılaştığında ise yollar çoktan çizilmiş, epeyce yol alınmış ve dönüş yolu ufukta kaybolmak üzeredir. Aslında Sera, bir U dönüşü ile geri dönmek için bir dayanak bulmuşken, Ben için dönüş artık imkansızdır. Kararında ısrarcı Ben'in 500 dolara Rolex Daytona'sını satması, ilk akşam yemeklerinin rezil olması fakat onların bunu olağanlığın sıradanlık anlamıyla karşılamaları, Ben'in elinde Martini bardağıyla bankta otururken çevresinden bihaber olma ve Sera'nın Ben'e yemek yapma sahneleri etkileyici sahnelerdendir. Yine de iki karakterin sonu insanın içini ezip parçalar, sonra da parçaları birbirinden olabilecek en uzak noktalara savurur.
İzleyicide bir film içinde yaşanabilecek tüm duyguları hissettiren, yine de sizi terkettiğinde kendinize en yakın hissedeceğiniz varlığın bir kadehten başka olamayacağı bir filmdir. Eğlence ve imrenme ile başlayan, acıma ve ümit ile devam eden, sonunda ise hayal kırıklığı, çaresizlik ile biten dramın müzikleri ise duygularınızı pekiştirecek şekilde seçilmiş, yönetmen Mike Figgis, Sating ve hatta Nicholas Cage emeğiyle yaratılmış.
Sağlam ruh haliyle izlenmesi önerilir aksi takdirde arızalı durumlara meydan verebilir :)
Saturday, 7 August 2010
Geceye Övgü
Geceleri kurallar yoktur, ya da daha belirsizdir, insan daha özgürdür.
Gündüz yapılması gereken işlerle doludur, gece seçimler sizindir..
Gündüzü neredeyse herkesle paylaşırsınız, herkes uyanıktır, ancak geceyi sadece uyumamak için özel çaba harcayan kişilerle paylaşırsınız, her şey daha özel olur, tüm dünya daha çok 'sizin' olur.
Gündüz her şey apaçık ortadadır, gece detaylar gizlenir, büyük resim daha çok ortaya çıkar.
Gündüz içmek de keyiflidir, ancak gece sarhoş olunur, karanlık bir anlamda şuur ve bilincin de karanlığını ifade edebilir.
kitaptan alıntılar :
"gün ışığı tuzaktır. ışık bizi kör eder. ancak geceleri, gözlerimiz faltaşı gibi açılır. geceleri ,tüm öteki duyularımız da daha duayrlıdır; çünkü düzen güçleri o saatlerde, makinelerini kapatmış olurlar. gece sessizliği dinleriz, karanlığa nüfuz ederiz, bedenlerimizin de hayal gücümüzün de dizginlerini serbest bırakır"
"(...)uyuyamayan, uykusuzluk hastalığı çeken kişiler, karanlığın getirdiği sınırsız özgürlük ve gerçeklikle başa çıkamayan kişilerdir aynı zamanda. bu insanlar, gün boyunca her şeyi izlemekle oyalanırlar. oysa gece artık izlenecek bir şey yoktur. sadece, yaşamın o belirgin sesi duyulur içten içe. gündüzden soyutlanıp kurtulmuş olan anlamsızlık, artık saklı değildir. hayatta olma bilinci kendini daha güçlü bir şekilde hissettirir geceleri, ölümün varlığı da öyle. Yaşamın anlamı gece duyumsanır ve sorgulanır. kimse bunu öğle yemeği sırasında tartışmaz. yaşam, gecenin konusudur."
"gündüzler, bizi mantığımızı kullanmaya, kendi hapishanemize kapanmaya zorlar. gün boyunca, baskı güçleri, aşkın özgürlüğüne karşı savaşır. ancak gece bir daha aşık olur ve "seni seviyorum", deriz. gündüzleri söylenen "seni seviyorum"lar, geceye gönderme yaparlar."
Monday, 2 August 2010
Hemen Her Şeyin Kısa Tarihi
Yeryüzün ağırlığının 1797'de ölçüldüğünü ve hala en başarılı, en saygın ölçümün bu bu olduğu, bu ölçümü yapan saygın adam Henry Cavendish'in herhangi bir insanla temas etmekten çekindiği için tamamen izole yaşadığı, izolasyon konusunda oluşturduğu bu yetiyi kullanarak Hidrojeni ilk izole eden ve oksijenle birleştirip su elde eden, bunun gibi de onlarca buluşa öncülük eden adam olduğu bu kitapta öğrenebileceğiniz bilgilerden sadece bir tanesi.
Hediye olarak almaktan en keyif duyduğum kitap olmakla kalmayıp, kadim dostumuzla böyle bir paylaşımımıza bile konu olmuştur bu eser. Sizde de zamanında Sofi'nin Dünyası'nın felsefe ile okuyucu arasında kurduğu bağı bilim ile kuracağına inanıyorum.
Bu kitap sizin içinizde Yellowstone'u gezmek, buzulları keşfetmek, saatlerce oturup yıldızları izlemek, kısaca hayata dair her bilgiyi özümsemek için güç verecek...
Thursday, 29 July 2010
Bir Dost'tan-Kahvaltının Mutlulukla Bir İlgisi Olmalı...
“kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı”
ya da
“c’est un beau roman c’est une belle histoire”
Bu aralar içimden yazmak yazmak yazmak geliyor. Bir huzursuzluk bir duygu patlaması bir çok mutlu olma hali bir uykusuzluk. Gidip gelmeler. Gidip gelememeler. Gidememeler.
Şu “30lu yaşlar” konusu pek açılır oldu arkadaş meclislerinde. Reklamlardaki “kentsel yalnızlık” teması gibi. Üniversite yıllarında tek kaygımız mezun olmak mıydı, şimdi de tek düşüncemiz bu yaşları kazasız belasız atlatmak mı bilemiyorum. Sadece artık büyümüyoruz sanırım.. büyüme bitti, yol alıyoruz, yaş alıyoruz. Yaş aldığımızın ara ara daha çok farkına varıp ruhumuzu mu çoğaltmaya çalışıyoruz acaba daha çok şeye yetişebilmek için? Bedenimiz yavaşlarsa diye korkuyoruz galiba. Ya da yavaş yavaş bu ruh bu bedene dar gelecek diye.
Mesela ben şimdi köprünün ortasında inip arabadan yağmuru izlemek istiyorum. Kulağımda müzik yürümek zamanı unutup. Bir kadeh kırmızı şarabın dipte kalan bordo kalıntılarına bakıp bakıp dalmak. Sevdiğim yerlere gitmek. Uzun zamandır olmadığım yerlerde olmak, hatırlamak.. istiyorum.
Sonra.. bir telaşa kapılıp bunları istediğimi unutabiliyorum. Unutup uyumayı seçiyorum.
Sevdiklerim. Ve üzüldüklerim. İşte “30lu yaş problemi”:
Bir grup insan arasından aşağıda sıralanmış her kümede en az 3 kişi bulunmaktadır:
Mutlu bir evliliği olanlar, çocuk sahibi olmak isteyenler, çocuğu ve mutlu bir evliliği olanlar, çocuk sahibi olmuş hayatını düzene koymaya çalışanlar, hayatını bir türlü düzene koyamayanlar, evlenmek isteyenler, boşanmak isteyenler, boşanmış ama birilerine tekrar aşık olmuş olanlar, aşık olan ama aşık olduğu insan evli olanlar, bir türlü bir araya gelemeyenler, bir türlü ayrılamayanlar, bir türlü beraber olmak istediklerini birbirlerine itiraf edemeyenler, kimliklerinden kurtulamayanlar, hala olgunlaşamamışlar, tutku insanları, şehvet tutkunları, budala erkekler, daha da budala kadınlar, özgürlükle saçmalama arası ince bir çizgide gidip gelenler.
Bu insanların önlerindeki 10 yıl içinde bu kümelerden en az birinde olacağı, 70 yıl sonra bu kümelerde kimse olmayacağını, ancak şanslı 10da 1inin “öyle ya da böyle mutlu bir hayat yaşamış olanlar” adlı yeni kümede olacağını düşünürsek bu insanlar kaç kişidir, yaş ortalaması kaçtır?
Ve hayatında en az 1 kez bu kümelerin hepsine bir şekilde girmiş olmak gerekli midir?
Unutalım uyuyalım o zaman.. Uykumuza fon olsun: Portishead- Magic Doors..
Nes
Thursday, 15 July 2010
Dr.Parnassus - "Düş Sattım Aldanmışlara"
Filmde şeytan karakterini Tom Waits'in canlandırdığını söylemeden geçmek olmaz elbette. Blu-ray ekstralarında ne kadar yaşlandığını bir kez daha görüp üzüldüm.. Bu arada imkan varsa, Blu-ray'da izlemek iyi olabilir filmi, kesinlikle daha doyurucu oluyor.
Büyücü-John Fowles
Nicholas Urfe’nin hikayesini anlatır romanımız… İngiltere’de doğan, Oxford’da okuyan genç, okul sonrası aşkı tadar. Bir süre sonra ilişkinin ağırlığı zincirler Urfe’yi,taa ki kaçışı bir Yunan adasında misyoner bir İngiliz okulunda öğretmenlikte bulana kadar.
İşte ilk sürpriz burada başlar. Ada çağımızın eğlence ikonlarından olan adaların tam tersidir. 2. Dünya savaşı sonrası çökmüş Yunan halkını, sessizliği, doğayla yalnız kalmayı anlatır Phraxos bizlere. Urfe, İngiltere ile ada arasında bocalar, sonrasında ise acımasızlığın perdelendiği tiyatro sahnesi kurulur…
Adanın diğer ucunda oturan yaşlı bir adamla tanışır, zengindir, aristokrattır, sanat meraklısı, gizemli bir adamdır Conchis. Tiyatronun oyuncuları yavaş yavaş çıkar sahneye, herkes senaryoyu bilmektedir, Urfe dışında… Aşık olur, aldatılır, oyuna getirilir ama hiç birinden yılmaz kahramanımız. Defalarca tekrarlanır bu duygusal iniş çıkışlar, yine de senaryo oynanmaktadır biteviye…
Dayanılmaz bir karmaşaya döner hikaye, Urfe küçüldükçe küçülür, yaprak gibi oradan oraya savrulur. Sonunda kukla olmaya dayanamaz ve kendi oyununu oynamaya İngiltere’ye döner. İşler beklediği gibi gitmez, artık o Ege'nin yanlızlığı ile Londra'nın karmaşıllığı arasına sıkışmıştır. Tiyatro peşini Londra'da bırakmaz, aşk onu bir kez daha tuş eder, kahramanlar artar, senaryonun başı ile sonu karışır…
Hikayenin sonu yoktur eğer ne olduğunu merak ediyorsanız, sonu siz yazarsınız, mutlu bir bitiş mi, hiçlik mi… Tamamen hayal gücünüz belirler yazılmamış sayfaları.
Doğanın bu kadar güzel betimlenebildiğini, yalnızlığın bu kadar vurucu olduğunu, çaresizliğin kahrediciliğini, umudun tükenmek bilmeyen iyimserliğini, aşkın gözünün kör olduğunu, yalanın insanın hamuru olduğunu öğrenirsiniz ve John Fowles’u okurken Shakespeare’e gidersiniz, Marquis de Sade’ye, mitolojiye, Kafka’ya ve nicelerine selam verirsiniz yolunuz üstünde…
Ege mavisi be zeytin yeşili bir hikayedir “Büyücü”, Ege’nin Batı kültüründe tasviridir kısaca…
Saturday, 10 July 2010
İnce Saz, İnce Nağme
Efenim, kadim dostumla birlikte yıllar yılı Yeni Türkü dinlemişliğinin verdiği 'çok yemişlik ama doymamışlık' hissi ile Yeni Türkü'süz günler geçirmekteyken (hatta biraz da geç) keşfettiğimiz İncesaz o gün bugündür sistemimizi ve muhtelif zamanlarda İstiklal Caddesi'ni renklendiriyor.
İlk albüm 1999'da gelecektir, Eski Nisan'dır adı. Tamamen enstrümental eserlerden oluşan albüm, tam bir İstanbul albümüdür, ezgiler deniz, fayton ve rakı kokar.
Bu enformasyonu bol girizgahı biraz hissiyatla bezemek gerek..
İncesaz şarkılarının tesirini tam olarak hissedebilmek için ortamsal bazı ayarlamaların yapılması, bazı öncül koşulların yerine getirilmiş olması zaruridir. Belirli bir ruh durumuna teslim olmamışlık, bu koşullardan ilkidir; zira bir İncesaz albümü çok büyük bir olasılıkla yeryüzündeki birçok hissiyatı kapsayacak şekilde tasarlanmıştır, tek bir his alınmak üzere dinlemek büyük hata olacaktır.
İncesaz şarkıları denince aklıma gelen sözcükler sanırım bu savımı doğrulayacaktır : Sevgi, aşk, dostluk, hüzün, geçmiş, ümit, nostalji, yalnızlık, öfke, coşku gani gani vardır şarkılarda.
Şarkıların akşamüstü ya da akşam dinlenmeleri daha makbuldur, alkol eşliğinde dinlemenin şarkıların tesirini % 50 artırdığı İsviçreli bilim adamları tarafından ortaya konulmuş bir bulgudur. Ezgilerin, paylaştıkça keyfi artacağı gibi, tek bir şarkıyla obsesif bir ilişki kurup 37 kez art arda dinlemekten de ayrı bir keyif alınabilecektir.
Bir de ufak bir anektod ile noktayı koyalım madem. Birkaç sene önce bir şirket organizasyonun ilanında "İncesaz ekibi ile boğaz gezisi" ifadesini görünce büyük bir heyecana kapılmıştım. Grubun çok da meşhur olmadığı senelerdi, ve cömert şirketimin bu uygulaması pek de şaşırtmamıştı beni hani. Büyük bir keyifle yerimi ayırttım, tekneye ilk ayak basan ben oldum. Ne var ki gelen İncesaz ekibi pek de ince değildi, bir grup çingene çıkagelmişti. İşte o noktada keşfetmiş oldum İncesaz sözcüğünün aslında jenerik bir içeriği olduğunu..
Thursday, 8 July 2010
Şibumi
Monday, 5 July 2010
Felsefenin Öldüğü Gün
Kaçırılan ve bir şiddet filminin baş rolünde oynatılan bir sanatçının hikayesi. Kitabın başında alevlenen serüven hızlanarak devam ediyor. Takip etmek güç. Buna rağmen ironik olan, sürüklenmeye başladınız mı karşı koymak zor. Hikayenin sonuna doğru pat! Bir anda yüzüstü bırakıldığınızı hissediyorsunuz. İlk sayfadan beri zihninizin yaptığı kabulün yanlış olduğu gerçeği sizi çıplak bırakıyor. Sonra bir manevra daha, bu sefer hazırlıklısınız ayrıca bu daha etkisiz bir U dönüşü... İşte burası kitabın heyecanını zayıflatıyor, okuyanda hayal kırıklığı yaratıyor.
Konu bir sistem eleştirisi. Ama kahramanlar eleştiri boyutunda kalmıyor. Yazar,eylem boyutuna da geçen bir hikayeyi anlatıyor. Chuck Palahniuk , Jack Keoruac ve efsane yazar Bukowski tatlarının etkisinde bir roman...
Son bir ek, bir önceki yazarlık üstüne karalamaların da ilham kaynağı kitabın yazarı Casey Maddox. Kitabın sonundaki teşekkürler bölümünden bir alıntı "...YAPTIKLARIMIN SONUÇLARI.Gerçekte kim olduğunu anlamam için zaman verdiğiniz için. Sandığımdan çok daha güçlü olduğumu öğretiğiniz için. Beni kırmak, parçalamak adına elinizden geleni ardına koymadığınız için. Başaramadığınızı gösterdiğiniz için. Ve kendimi sevmeyi öğrenmem için sevdiğim ne varsa aldığınız için. (Not:Artık anlıyorum. Başka biriyim şimdi. Evime dönebilir miyim,lütfen?)"
Not : Yazar Casey Maddox California'da maksimum güvenlikli bir hapishanede yaşamaktadır. Üzücü, iç burkucu...
Sunday, 4 July 2010
Yazarlık üstüne karalamalar...
Evet, bir roman okuyorsunuz, şiddeti sapkınlık şeklinde anlatan bir roman ve araştırınca roman yazarının hapishanede olduğunu okuyorsunuz...
Tuesday, 29 June 2010
Friday, 15 January 2010
Kayıp Gül üzerine...
Kitap raflarındabakınırken gördüğüm bir kitaptı... Arka kapağında, çeşitli ülkelerde yayınlandıktan sonra aldığı çeşitli yorumlar dikkatime çekmişti. Daha çok yazarın hayatı ilginç gelmişti, belki de hepimizin kendini yakın hissedeceği bir hayat... İş hayatını yazar olmak için bırakan bir kişi, Serdar Özkan.
Benzetildiği kitaplar Küçük Prens ve Siddharta olunca tabii ki insanın beklentilerini arttırıyor. Yalın bir dille yazılmış, son zamanların çok irdelenen konularından insanın kendini bulması çevresinde dolaşan bir kitap.
Annesini kaybeden bir kızın annesinin bıraktığı kırıntıları takip ederek içini keşfetmesini, modern bir dünya sahnesinde sergileyen bir oyun.
Okuyun, okuyun ki yazma cesaretiniz artsın, ne kadar çok eleştirilirse eleştirilsin yalın bir dille ön yargısız okurları etkilemenin imkansız olmadığını görün.
Daha ileride irdelenmesi gereken "yalınlık mı, ağdalı bir dil mi mükemmelliktir?" tartışmasına bile kaynak oluşturabilir.