Wednesday, 6 October 2010

The Doors ve Jim Morrison üzerine...

Bir Doors yazısı yazmanın en büyük zorluğu yazdıklarınızın Doors’u mu Jim Morrison’ı mı anlatacağını hiç bir zaman bilemeyeceğinizdir. Doors ve Jim Morrison’ı ayırmak parçaların her birinin anlamına ihanet olacağından  beraber bahislerini etmek galiba en doğrusu olacak...
Tamamen müzikal olarak bir hiçlikten doğmuş bir gruptur The Doors. Grup kurulduğunda Jim Morrison hayatında şarkı söylememişti, hatta nota okuyamıyordu. Grubun gitaristi Robby Krieger ise sadece 6 aydır gitar çalıyordu. Baterist John Densmore ve orgçu Ray Manzarek biraz durumu kurtarıyorladı. Jim Morrison’ın şiirleri vardı ellerinde sadece, bir hafta sonu hepsi beste yapmak adına sözleştiler. Sadece Robby Krieger beste yapmıştı, hayatının ilk bestesi “Light My Fire”, Doors tarihinin en başarılı şarkılarından biri oldu.

Grubun adı Jim Morrison tarafından William Blake’in bir şiirinden esinlenerek konuldu...
“... If the doors of perception were cleansed
Everything would appear to man as it is : Infinite...”

Müzikleri o zamana kadar yapılanların dışındaydı, jazz ve rock and roll’un bir karışımıydı. Aralara hafif hafif serptikleri blues tınılarını son albümlerinde iyice belirginleştirdiler. Doors dinlemek yükselmek gibidir, bu dünya ayaklarınızın altından kayıp gider, kendinizi cennet ve cehennemin kapılarında bulursunuz. Sözler günlük hayatınızda kullanacağınız sıralarında değildir, anlamları birbirlerinin arkasına anlamsızca dizilmelerinden gelir. O şarkıların sözleri içinizde kısılıp kalmış haykırışlarının yankısıdır, kulaklarınıza hücum ettiğinde, bilirsiniz, tanıdıktırlar...

“Riders on the storm”, sonsuza yapılan bir yolculuğa götürür sizi, ıslanırsınız, çamur içinde kalırsınız ama gocunmazsınız, çünkü o yol hepimizin yoludur. “Light My Fire” yaratıldığımız ateşin içine atar bizi, Morrison gibi ateş dansı yaparsınız, yanarsınız belki ama hissetmezsiniz. “People Are Strange” bir illüzyondur, sizi içine çeker, dünyayı farklı algılarsınız, müzik bittiğinden döndüğünüz yerin hüznü kucaklar sizi. “Love me Two Times” Doors’ca aşktır, pekişmemiş hiç bir duygu onlardan değildir. “Hello, I Love You”, “Love Her Madly”, “LA Woman” ve daha niceleri hislerinizin ışığı olur, sizden bir adım önde yolunuzu aydınlatarak...

Müziği kadar yaramaz çocuğu da Doors’u Doors yapan etkenlerdendir. Jim Morrison sahnedeyken şarkıları söylemez, her şarkıyı her seferinde seyircinin önünde yaşar. Belki ağır uyuşturucu ve alkolün etkisi altındadır, yine de sözleri bu kadar inançla haykırması insanı kendinden geçirir. Alkol ve uyuşturucu düşkünlüğü hepsine zor günler yaşatır. Defalarca sahnede kendinden geçen Morrison’u arkadaşları idare eder. En sonunda Morrison’un dinleyici grubunun politik düşüncelerini hiçe sayan gösterisinin cezasını çekerler. Ahlak dışı sahne performansı nedeniyle Morrison ceza alır ve Doors aforoz edilir.

Arkasında milyonlarca hayran ve başarı bırakan Doors için her şey son değildir. Tekrar bir araya geldiklerinde Blues ile geri dönerler, “LA Woman” dönüş albümleridir. Morrison’un devam eden alkol problemleri yapımcılarını kaybetmelerine neden olur, yine yalnız başlarına ayakta kalırlar. Garajlarına dönüp albümlerini tamamlarlar. La Woman şarkısının yavaşladığı noktada Morrison, şarkıya kendinden bir ekleme yapar “Mr Mojo Risin”, isminin anagramıdır bu...

Jim Morrison 27 yaşında ölür, kendisinden önce aynı yaşta aynı kederi paylaşan Jimi Hendrix ve Janis Joplin gibi... 54 aylık beraberlik ve 80 milyonun üzerinden albüm satışı ile Doors da tarihteki yerini alır. Ölümü hakkında pek çok spekülasyon olmasına rağmen kalp krizi olduğu en yaygın kanıdır.

Morrison, gelmiş geçmiş en iyi sahne performansına sahip vokalistlerden biridir, şair bir vokalist, keskin bir şiir aşığı ve emekçisidir, tehlikenin eksik olmadığı duyguları entellektüel bilinç ile harmanlanmıştır. Bu da onu çağımızının en etkileyici karakterlerinden yapmaktadır...

İzleyin : When You’re Strange (Film-Yazan ve Yöneten Tom Dicillo)

Monday, 13 September 2010

Aganta Burina Burinata


Aganta Burina Burinata, Halikarnas Balıkçısı'nın ilk eseri ve aynı zamanda mavinin öyküsü... Balıkçının maviye olan tutkusunun bir hikayesi. Kaderi deniz olan insanların, kaderin tokat gibi yüzlerine çarpmasını, varlarını yoklarını denizden kazanırken, ne kadar acıklıdır ki kazandıklarını, sevdiklerini denize vermelerini anlatır. Kayıpların keskin acısının nasırlaştırdığı, rüzgarın ve tuzlu suyun kuruttuğu umutların tüm olan bitene rağmen yaşam mücadelesi kucaklar insanı tüm roman boyunca.

Bize göre basit görünen dünyaların aslında ne kadar engebelerle dolu olduğuna şaşarsınız. Sevmenin ama basit şekilde sevmenin, karşılık beklemeden, mutluluk kadar hüznü de severken kucaklamanın hikayesi insanı büyüler. Hayatın aslında bütün bir hikaye değil, kısa öykülerden oluşan bir derleme olduğu gerçeği yakalar insanı.

Halikarnas Balıkçısı'nın dili ise yumuşak, kaygan bir o kadar da anlamlıdır. Yalınlığın, sadeliğin ne kadar çok analatabildiği Halikarnas Balıkçısı'nın öyküsüdür. Onun hikayeleri sadece konuşmaz, hisseder ve yaşar, o kadar hisseder ki sanki elinizdeki kitap değildir de candır... O Ege'nin hikayesini yazar, meltemin dövdüğü ruhların, Anadolu'nun güzel insanlarını tasvirler ve bunu öyle bir anlatımla yapar ki kendinizi kahramanıız Mahmut gibi, ona denizi sevdiren Halil Usta gibi, sevdiği kadın olan Erkek Fatma ve daha nice Ege köylüsü gibi hissedersiniz...

Denizcinin neşesi rüzgardır, o rüzgar ki denizci, ekmek teknesine tam yol enginelere yelken açması için o keskin nida ile emreder.. Rüzgar bir kez yelkenlere doldu mu o zaman "Aganta Burina Burinata"...

Friday, 13 August 2010

Karar verme ve sistem...

Kuzey kutbunu bulan kişinin kim olduğu kişi yıllardır süren bir tartışmadır. Bu konudaki övgüleri bazıları Robert Peary’e bazıları ise Frederick Cook’a düzmektedirler. Benim yazacaklarımda kimin bulduğunun çok fazla önemi yok aslında. Benim hikayem sayısız defa bu hayal uğrunda yapılan denemelerde bir kaşifin başına gelenler ile ilgili...

Kaşifimiz, keşif için çıktığı yolculuk sırasında çok da beklenmedik olmayan bir zorluğa, tipiye yakalanmış. Yakalandığı tipide bir anda ortada kala kalan kaşif, zor da olsa bir igloo yapmayı başarmış.
Ölümden kurtulduğunu düşünen kaşif, yaptığı igloya sığınmış ve tipinin sona ermesini beklemeye başlamış. Bir kaç saat içeride kaldıktan sonra kaşif bir anda önceden hiç tahmin etmediği acı gerçek ile karşılaşmış. Kaşifin alıp verdiği nefes ile havaya karışan su buharı iglonun duvarlarına yapışıp buz oluyormuş. Bu da duvarların içeriye doğru kalınlaşmasına neden oluyormuş. Kendi kendine daralan bir kafes yaratan kaşif için artık verilmesi gereken bir karar varmış.
Ya dışarı çıkıp tipiyi aşarak bir yerleşim yerine ulaşacak, ya da kafesin daralmasıyla olduğu yere sıkışıp kalacakmış.
Hepimizin hayatı boyunca yaşadığı da bu değil mi? Karar vermek zorunda kalmak, ama hangi kararın bizi doğru sonuca ulaştıracağı konusundaki kararsızlık... Tamamıyla tahmin edilebilir, hatta kesin kelimesi ile adlandırılan sonuçları bilimin konusuna giriyor. Diğerleri ise muhakeme ve insanın yetisi ile şekilleniyor. Bu konuda sistem ne diyor peki?

Sistem, karar verenin kararının doğru ve yanlış olmasını sorgulamıyor, kararın sonuçlarının ne olursa olsun kişi tarafından belirlendiği sürece ulvi olduğunu savunuyor... Pişman olmak ise sistemin kitabında yer almıyor, bunun yerine sadece "ders almak" ifadesi yer alıyor.

Sunday, 8 August 2010

En iyi Vegas Filmleri

Film senaryolarının vaz geçilmez şehridir Las Vegas. Onlarca Las Vegas'ta fim içinde ikisi vardır ki hayatımda önemli yer etmiştir, etkilemiş, kendisine hayran bırakmıştır...

Fear and Loathing in Las Vegas

Kadim dostumun sayesinde izlediğim film, bir gazeteci ve psikotik avukatının Las Vegas'ta Amerikan rüyasının peşinde koşturmalarının hikayesidir. Johnny Depp ve Benicio Del Toro'nun, filmin tamamında uyuşturucu etkisinde bulunan karakterlere bu kadar yakın, bu kadar uygun olması nefes kesicidir. Olağan dışı rollerin adamı Depp'in kanımca kariyer zirvesi yaptığı, hatta oyunculuk hayatının kaderinin belirlendiği roldür. Del Toro ise çılgınlıktan deliliğe, delilikten paranoyaklığa atlarken bu atlamaları pürüzsüz bir yumuşaklıkla yaparak kendine hayran bırakmaktadır.

Gerçek dünya ile hayalin karıştığı, bazen birbirlerinin yerine geçtiği, daha sonra anlaşıldığı üzere aslında gerçek ve hayalin ne olduğunun çok da fark etmediği bir Dali tablosudur filmin tamamı...
Uyuşturucular tarafından tetiklenen sanrılar, uçurumun kenarında gezinen ruh halleri, tamamen "blur" ama aynı zamanda pitoresk bir görsel şölen yaşatır insana. Uyuşmuşluk hissinin resmini insanın içinden ve dışından aynanın iki yarısı gibi beyaz perdeye yansıtırken, hangi yarıda bulunulması gerektiğinin seçimini de kişinin özüne bırakmıştır yönetmen Terry Gilliam...

Sakin kafayla izlemek iddialıdır, nevrotik bir ruh hali içinde olunması karakterlere yakınlaşma açısından önerilir. (Tabii ki yasaklı madde kullanımını kastetmiyorum burada, sakın diyeyim :)) Defalarca seyredildikçe farklı anlamlar kazanan, kaçırılan ufak detayların yakalanması suretiyle huzura erişildiği bir eren seansıdır. Şiddetle tavsiye edilir...

Leaving Las Vegas

Aşk hikayelerinin en ümitsizi aynı anda da en ümit verenlerinden birinin çevresinde geçen bir hikayedir kendileri...

Nicholas Cage'in canlandırdığı karakterin alkolik olması ve kendi içerek ölmeye adamış olması, benzer şekilde Elizabeth Shue'nun da serbest düşüşte olan fahişelik hayatı aslında filmin asıl konusu için altlık görevi görür. Bu iki insan karşılaştığında ise yollar çoktan çizilmiş, epeyce yol alınmış ve dönüş yolu ufukta kaybolmak üzeredir. Aslında Sera, bir U dönüşü ile geri dönmek için bir dayanak bulmuşken, Ben için dönüş artık imkansızdır. Kararında ısrarcı Ben'in 500 dolara Rolex Daytona'sını satması, ilk akşam yemeklerinin rezil olması fakat onların bunu olağanlığın sıradanlık anlamıyla karşılamaları, Ben'in elinde Martini bardağıyla bankta otururken çevresinden bihaber olma ve Sera'nın Ben'e yemek yapma sahneleri etkileyici sahnelerdendir. Yine de iki karakterin sonu insanın içini ezip parçalar, sonra da parçaları birbirinden olabilecek en uzak noktalara savurur.

İzleyicide bir film içinde yaşanabilecek tüm duyguları hissettiren, yine de sizi terkettiğinde kendinize en yakın hissedeceğiniz varlığın bir kadehten başka olamayacağı bir filmdir. Eğlence ve imrenme ile başlayan, acıma ve ümit ile devam eden, sonunda ise hayal kırıklığı, çaresizlik ile biten dramın müzikleri ise duygularınızı pekiştirecek şekilde seçilmiş, yönetmen Mike Figgis, Sating ve hatta Nicholas Cage emeğiyle yaratılmış.

Sağlam ruh haliyle izlenmesi önerilir aksi takdirde arızalı durumlara meydan verebilir :)

Saturday, 7 August 2010

Geceye Övgü

Vassaf'ın Cehenneme Övgü'sünden arak yazımız gecenin neden güzel olduğunu tartışacak birkaç satırda..

Geceleri kurallar yoktur, ya da daha belirsizdir, insan daha özgürdür.
Gündüz yapılması gereken işlerle doludur, gece seçimler sizindir..
Gündüzü neredeyse herkesle paylaşırsınız, herkes uyanıktır, ancak geceyi sadece uyumamak için özel çaba harcayan kişilerle paylaşırsınız, her şey daha özel olur, tüm dünya daha çok 'sizin' olur.

Gündüz her şey apaçık ortadadır, gece detaylar gizlenir, büyük resim daha çok ortaya çıkar.

Gündüz içmek de keyiflidir, ancak gece sarhoş olunur, karanlık bir anlamda şuur ve bilincin de karanlığını ifade edebilir.

kitaptan alıntılar :


"gün ışığı tuzaktır. ışık bizi kör eder. ancak geceleri, gözlerimiz faltaşı gibi açılır. geceleri ,tüm öteki duyularımız da daha duayrlıdır; çünkü düzen güçleri o saatlerde, makinelerini kapatmış olurlar. gece sessizliği dinleriz, karanlığa nüfuz ederiz, bedenlerimizin de hayal gücümüzün de dizginlerini serbest bırakır"

"(...)uyuyamayan, uykusuzluk hastalığı çeken kişiler, karanlığın getirdiği sınırsız özgürlük ve gerçeklikle başa çıkamayan kişilerdir aynı zamanda. bu insanlar, gün boyunca her şeyi izlemekle oyalanırlar. oysa gece artık izlenecek bir şey yoktur. sadece, yaşamın o belirgin sesi duyulur içten içe. gündüzden soyutlanıp kurtulmuş olan anlamsızlık, artık saklı değildir. hayatta olma bilinci kendini daha güçlü bir şekilde hissettirir geceleri, ölümün varlığı da öyle. Yaşamın anlamı gece duyumsanır ve sorgulanır. kimse bunu öğle yemeği sırasında tartışmaz. yaşam, gecenin konusudur."

"gündüzler, bizi mantığımızı kullanmaya, kendi hapishanemize kapanmaya zorlar. gün boyunca, baskı güçleri, aşkın özgürlüğüne karşı savaşır. ancak gece bir daha aşık olur ve "seni seviyorum", deriz. gündüzleri söylenen "seni seviyorum"lar, geceye gönderme yaparlar."

Monday, 2 August 2010

Hemen Her Şeyin Kısa Tarihi

"D Day" Amerikalıların Normandiya çıkarmasının başlangıcını anlatmak için kullandıkları terim... İşte hikayemiz "D Day"den başlıyor. "Hikayemiz" derken hepimizin hikayesini ima ettim. Evrenin başlangıcından bugüne kadar olan bitenin özetinden bahsediyorum. Dünyanın varlığının başlangıcından beri geçen 3,8 milyar yılı 500 sayfaya sığdırmak, dahası da bunu yaparken bilim adamlarından "Sevimli fizikçimiz..." "Merhum..." diye bahsedecek kadar yalın, kolay ve eğlendirici bir dille bunu yapmak... İşte Bill Bryson'un yaptığı bu, sizi alıp bir masal okuyormuş hissiyatı içerisinde dünyanın tarihi ile tanıştırıyor.

Yeryüzün ağırlığının 1797'de ölçüldüğünü ve hala en başarılı, en saygın ölçümün bu bu olduğu, bu ölçümü yapan saygın adam Henry Cavendish'in herhangi bir insanla temas etmekten çekindiği için tamamen izole yaşadığı, izolasyon konusunda oluşturduğu bu yetiyi kullanarak Hidrojeni ilk izole eden ve oksijenle birleştirip su elde eden, bunun gibi de onlarca buluşa öncülük eden adam olduğu bu kitapta öğrenebileceğiniz bilgilerden sadece bir tanesi.

Hediye olarak almaktan en keyif duyduğum kitap olmakla kalmayıp, kadim dostumuzla böyle bir paylaşımımıza bile konu olmuştur bu eser. Sizde de zamanında Sofi'nin Dünyası'nın felsefe ile okuyucu arasında kurduğu bağı bilim ile kuracağına inanıyorum.

Bu kitap sizin içinizde Yellowstone'u gezmek, buzulları keşfetmek, saatlerce oturup yıldızları izlemek, kısaca hayata dair her bilgiyi özümsemek için güç verecek...

Thursday, 29 July 2010

Bir Dost'tan-Kahvaltının Mutlulukla Bir İlgisi Olmalı...

“kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı”

ya da

“c’est un beau roman c’est une belle histoire”

Bu aralar içimden yazmak yazmak yazmak geliyor. Bir huzursuzluk bir duygu patlaması bir çok mutlu olma hali bir uykusuzluk. Gidip gelmeler. Gidip gelememeler. Gidememeler.

Şu “30lu yaşlar” konusu pek açılır oldu arkadaş meclislerinde. Reklamlardaki “kentsel yalnızlık” teması gibi. Üniversite yıllarında tek kaygımız mezun olmak mıydı, şimdi de tek düşüncemiz bu yaşları kazasız belasız atlatmak mı bilemiyorum. Sadece artık büyümüyoruz sanırım.. büyüme bitti, yol alıyoruz, yaş alıyoruz. Yaş aldığımızın ara ara daha çok farkına varıp ruhumuzu mu çoğaltmaya çalışıyoruz acaba daha çok şeye yetişebilmek için? Bedenimiz yavaşlarsa diye korkuyoruz galiba. Ya da yavaş yavaş bu ruh bu bedene dar gelecek diye.

Mesela ben şimdi köprünün ortasında inip arabadan yağmuru izlemek istiyorum. Kulağımda müzik yürümek zamanı unutup. Bir kadeh kırmızı şarabın dipte kalan bordo kalıntılarına bakıp bakıp dalmak. Sevdiğim yerlere gitmek. Uzun zamandır olmadığım yerlerde olmak, hatırlamak.. istiyorum.

Sonra.. bir telaşa kapılıp bunları istediğimi unutabiliyorum. Unutup uyumayı seçiyorum.

Sevdiklerim. Ve üzüldüklerim. İşte “30lu yaş problemi”:

Bir grup insan arasından aşağıda sıralanmış her kümede en az 3 kişi bulunmaktadır:

Mutlu bir evliliği olanlar, çocuk sahibi olmak isteyenler, çocuğu ve mutlu bir evliliği olanlar, çocuk sahibi olmuş hayatını düzene koymaya çalışanlar, hayatını bir türlü düzene koyamayanlar, evlenmek isteyenler, boşanmak isteyenler, boşanmış ama birilerine tekrar aşık olmuş olanlar, aşık olan ama aşık olduğu insan evli olanlar, bir türlü bir araya gelemeyenler, bir türlü ayrılamayanlar, bir türlü beraber olmak istediklerini birbirlerine itiraf edemeyenler, kimliklerinden kurtulamayanlar, hala olgunlaşamamışlar, tutku insanları, şehvet tutkunları, budala erkekler, daha da budala kadınlar, özgürlükle saçmalama arası ince bir çizgide gidip gelenler.

Bu insanların önlerindeki 10 yıl içinde bu kümelerden en az birinde olacağı, 70 yıl sonra bu kümelerde kimse olmayacağını, ancak şanslı 10da 1inin “öyle ya da böyle mutlu bir hayat yaşamış olanlar” adlı yeni kümede olacağını düşünürsek bu insanlar kaç kişidir, yaş ortalaması kaçtır?

Ve hayatında en az 1 kez bu kümelerin hepsine bir şekilde girmiş olmak gerekli midir?

Unutalım uyuyalım o zaman.. Uykumuza fon olsun: Portishead- Magic Doors..

Nes

Thursday, 15 July 2010

Dr.Parnassus - "Düş Sattım Aldanmışlara"


Biraz geç de olsa, Terry Gilliam'ın son filmi Imaginarium of Doctor Parnassus hakkındaki hissiyatlarımı paylaşmak isterim. Yine efsane bir çalışma olmuş, arsız bir gülümseme ile ile seyrettim tüm sahneleri, seratonin tavana vurdu bünyemde. Kimi zaman Gilliam, Burton gibi yönetmenlerin teknolojinin son harikalarını kullanabilecekleri bu dönemlerde sinema sanatına başlamamalarının bir talihsizlik olduğunu düşünüyorum. Filmde o kadar zengin bir görsellik; Gilliam'ın hayal gücünü birebir aksettirecek o kadar çok enstrüman var ki, Brasil & Monty Python, ya da Beetlejuice gibi filmlerin bugünkü olanaklarla çekildiğini düşünüyorum da, epey heyecan verici.

Efenim bizim bu Dr. Parnassus, orta yaşını geçmiş, peygamer görünüşlü, tatlı-aksi bir ihtiyardır, hayatını hayal gücünü müşterilerinin kullanımına sunarak kazanmaktadır. ne var ki işler kesattır, insanlar şablonlar içerisinde yaşamaya mahkum edilmişler, günümüz profesyonel dünyanın laçka ve moda tabiriyle "kutu dışında" düşünemez olmuşlardır.

Müşterilerine hayal aleminde eşsiz bir deneyim öneren doktorun işleri iflasa yüz tutmuşken ortaya çıkan Tony karakteri (ki Heath Ledger'ın beklenmedik ölümü üzerine Jude Law ve Johnny Depp tarafından varyasyonları yaratılan bir karakterdir) , hitabet yeteneği ile işleri hızlandıracaktır, sonrasında olaylar baş döndürücü bir hızla gelişecektir. Filmin her detayı muazzam bir ustalıkla çekilmiştir, büyük bir keyifle izlenir.

Fantastik yapımların özel bir seyirci kitlesi olduğu su götürmez bir gerçek. Hayal gücü yeterince gelişmemiş kimseler bu filmleri absürd ve manasız bulacak, bir şekilde gerçeklikle ince de olsa bir bağlantı aradıkları her anda yapımdan daha da çok nefret edeceklerdir. Dilerdim ki, herkes bu uçuk dünyanın görsel ziyafetinden ve gerçeklikten kopuştan benim kadar keyif alsın, deliliğe, kıvamında saçmalıklara methiyeler düzsün. Normal olan sıkıcıdır, anormal olandır sansasyonel olan.

Filmde şeytan karakterini Tom Waits'in canlandırdığını söylemeden geçmek olmaz elbette. Blu-ray ekstralarında ne kadar yaşlandığını bir kez daha görüp üzüldüm.. Bu arada imkan varsa, Blu-ray'da izlemek iyi olabilir filmi, kesinlikle daha doyurucu oluyor.

Bu arada Gilliam'ın Don Kişot projesini merakla bekliyoruz, ancak yine bir takım talihsizliklerin yönetmenin yakasından eksik olmadığını da not edelim.

Büyücü-John Fowles



Nicholas Urfe’nin hikayesini anlatır romanımız… İngiltere’de doğan, Oxford’da okuyan genç, okul sonrası aşkı tadar. Bir süre sonra ilişkinin ağırlığı zincirler Urfe’yi,taa ki kaçışı bir Yunan adasında misyoner bir İngiliz okulunda öğretmenlikte bulana kadar.


İşte ilk sürpriz burada başlar. Ada çağımızın eğlence ikonlarından olan adaların tam tersidir. 2. Dünya savaşı sonrası çökmüş Yunan halkını, sessizliği, doğayla yalnız kalmayı anlatır Phraxos bizlere. Urfe, İngiltere ile ada arasında bocalar, sonrasında ise acımasızlığın perdelendiği tiyatro sahnesi kurulur…


Adanın diğer ucunda oturan yaşlı bir adamla tanışır, zengindir, aristokrattır, sanat meraklısı, gizemli bir adamdır Conchis. Tiyatronun oyuncuları yavaş yavaş çıkar sahneye, herkes senaryoyu bilmektedir, Urfe dışında… Aşık olur, aldatılır, oyuna getirilir ama hiç birinden yılmaz kahramanımız. Defalarca tekrarlanır bu duygusal iniş çıkışlar, yine de senaryo oynanmaktadır biteviye…


Dayanılmaz bir karmaşaya döner hikaye, Urfe küçüldükçe küçülür, yaprak gibi oradan oraya savrulur. Sonunda kukla olmaya dayanamaz ve kendi oyununu oynamaya İngiltere’ye döner. İşler beklediği gibi gitmez, artık o Ege'nin yanlızlığı ile Londra'nın karmaşıllığı arasına sıkışmıştır. Tiyatro peşini Londra'da bırakmaz, aşk onu bir kez daha tuş eder, kahramanlar artar, senaryonun başı ile sonu karışır…


Hikayenin sonu yoktur eğer ne olduğunu merak ediyorsanız, sonu siz yazarsınız, mutlu bir bitiş mi, hiçlik mi… Tamamen hayal gücünüz belirler yazılmamış sayfaları.

Doğanın bu kadar güzel betimlenebildiğini, yalnızlığın bu kadar vurucu olduğunu, çaresizliğin kahrediciliğini, umudun tükenmek bilmeyen iyimserliğini, aşkın gözünün kör olduğunu, yalanın insanın hamuru olduğunu öğrenirsiniz ve John Fowles’u okurken Shakespeare’e gidersiniz, Marquis de Sade’ye, mitolojiye, Kafka’ya ve nicelerine selam verirsiniz yolunuz üstünde…


Ege mavisi be zeytin yeşili bir hikayedir “Büyücü”, Ege’nin Batı kültüründe tasviridir kısaca…

Saturday, 10 July 2010

İnce Saz, İnce Nağme

Hazır hızımızı almışken, devam edelim madem; şu özgün & kaliteli ezgi fukarası günümüz müzik piyasasında pırıl pırıl parlayan İncesaz hakkında birkaç kelam edelim.

Efenim, kadim dostumla birlikte yıllar yılı Yeni Türkü dinlemişliğinin verdiği 'çok yemişlik ama doymamışlık' hissi ile Yeni Türkü'süz günler geçirmekteyken (hatta biraz da geç) keşfettiğimiz İncesaz o gün bugündür sistemimizi ve muhtelif zamanlarda İstiklal Caddesi'ni renklendiriyor.

İncesaz 1997 yılında Cengiz Onural, Derya Türkan ve Murat Aydemir tarafından İstanbul'da kuruldu. Cengiz Onural'ı yeni Türkü'nün yenilikçi sesi, yarı üzgün yarı ciddi kemençecisi olarak hatırlayacaksınız. Kendisi grubun son dönemlerinde artan sayıda besteler yapmaya başlamış (misal : Süper Baba'nın süper jenerik müziği), öte yandan "Külhani Şarkılar" gibi pek de Yeni Türkü tarzı olmayabilecek bir albüme yönlendirebilmiştir grubu.

Ne var ki kemençeyi kendinden daha usta bir isme teslim etmek zorunda kalacaktır makine mühendisi Cengiz Onural, zira Derya Türkan kemençe üzerine almıştır eğitimini konservatuarda. Aynı okulda tambur ihtisası yapan Murat Aydemir üçlünün diğer öğesi olacaktır. Kadro ilerleyen dönemlerde enstrümanlarında çok yetkin diğer müzisyenlerle tamamlanacak ve İncesaz ince ince ince icraata geçecektir.

İlk albüm 1999'da gelecektir, Eski Nisan'dır adı. Tamamen enstrümental eserlerden oluşan albüm, tam bir İstanbul albümüdür, ezgiler deniz, fayton ve rakı kokar.

2002'de çıkarttıkları Eylül Şarkıları ile adlarını duyururlar. Günümüzün en güçlü seslerinden Melihat Gülses'in de katkısıyla albüm klasik Türk müziği sentezlerini seven tüm kitlelerde son derece beğenildi. Özellikle "Çok aşığın var diyorlar", "Günah", "Marmara" gibi şarkılar albümün yarı buruk, çeyrek ekşi, çeyrek umutlu tonunu ayarlarken, klasik eserlerin modern müzik altyapısı ile aranje edilmesi büyük bir başarıyla yapılıyordu.


Grup İstanbul sevgisini 2004'teki İstanbul'a dair albümü ile somutladı. 2005'te ise grubu Beyoğlu - Pera ekseninde üne kavuşturan "Mazi Kalbimde" albümü yayınlandı. Bu albümde solist olarak Derya Türkan'ın eşi Dilek Türkan gruba katılmış, sesinin gülen tınısı şarkılara cilve katmaya başlamıştır. "Mazi Kalbimde", "Kalbim Seni Özler" gibi eğlenceli şarkıların yanı sıra öyle bir "Denizde Akşam" yorumu vardır ki, renginden gözünüzü yakabilir.

2007'de Klasik Türk Müziği'nden Türk Halk Müziğine geçiş yapar grup. Cengiz Özkan'ın solistliğinde birçok bilindik türküyü yeniden yorumladıkları Elif'te bir Ankara türküsü olan "Arpa Buğday Daneler" ve yine çok bilinen bir Trakya türküsü olan "Sendeki Kaşlar Bende de Olaydı" enfes aranjmanları ile öne fırlamaktadır.

Son albüm olan Kalbimdeki deniz geçtiğimiz sene çıkmıştır. Cengiz Onural, belki de bugüne kadarki en güzel şarkısının ("Sesimi Duy İsterdim") vokallerini grubun ilk günlerinden beri stüdyo aşamasında birlikte çalıştıkları Bora Ebeoğlu'na(evet evet Oya-Bora ikilisinin Bora'sı) emanet etmiştir. Albümle aynı adı taşıyan şarkı (olmazsa olmazdı), "Aşk Bitti" ve "Oturmuş Testi Elinde" gibi muazzam şarkılar bu albümü de yüceltmektedir.

Bu enformasyonu bol girizgahı biraz hissiyatla bezemek gerek..

İncesaz şarkılarının tesirini tam olarak hissedebilmek için ortamsal bazı ayarlamaların yapılması, bazı öncül koşulların yerine getirilmiş olması zaruridir. Belirli bir ruh durumuna teslim olmamışlık, bu koşullardan ilkidir; zira bir İncesaz albümü çok büyük bir olasılıkla yeryüzündeki birçok hissiyatı kapsayacak şekilde tasarlanmıştır, tek bir his alınmak üzere dinlemek büyük hata olacaktır.

İncesaz şarkıları denince aklıma gelen sözcükler sanırım bu savımı doğrulayacaktır : Sevgi, aşk, dostluk, hüzün, geçmiş, ümit, nostalji, yalnızlık, öfke, coşku gani gani vardır şarkılarda.

Şarkıların akşamüstü ya da akşam dinlenmeleri daha makbuldur, alkol eşliğinde dinlemenin şarkıların tesirini % 50 artırdığı İsviçreli bilim adamları tarafından ortaya konulmuş bir bulgudur. Ezgilerin, paylaştıkça keyfi artacağı gibi, tek bir şarkıyla obsesif bir ilişki kurup 37 kez art arda dinlemekten de ayrı bir keyif alınabilecektir.


Bir de ufak bir anektod ile noktayı koyalım madem. Birkaç sene önce bir şirket organizasyonun ilanında "İncesaz ekibi ile boğaz gezisi" ifadesini görünce büyük bir heyecana kapılmıştım. Grubun çok da meşhur olmadığı senelerdi, ve cömert şirketimin bu uygulaması pek de şaşırtmamıştı beni hani. Büyük bir keyifle yerimi ayırttım, tekneye ilk ayak basan ben oldum. Ne var ki gelen İncesaz ekibi pek de ince değildi, bir grup çingene çıkagelmişti. İşte o noktada keşfetmiş oldum İncesaz sözcüğünün aslında jenerik bir içeriği olduğunu..

Thursday, 8 July 2010

Şibumi


Kitaplar vardır ya, bir gün mutlaka okuyacağım dediğimiz... Hazır hissetmek gerekir, güçlü olmak, alabilmek kadar yorumlayabilmek, beraber yaşamak, kitabın içinde hissetmek... İşte benim listemin içinde yer alan bir kitaptı Şibumi. Ve sonunda onunlayım :)


Müthiş 200 sayfalık bir başlangıç. Ayağınızı attığınız anda labirentin içinde hissediyorsunuz kendinizi. Kahramanımız olağan dışı dünya tarihlerinde -II. Dünya Savaşı- olağan dışı şartlarda doğmuş kendisi de olağan dışı bir karakter. Zorluklar yaşıyor, yabancılaşıyor, yabancılaştıkça yabancılardan biri oluyor. Müthiş karakterler ile müthiş kurgular içinde yol alıyorsunuz. Go oyunu üzerüne kurulu düzene oturmuş hikaye içinde zamanın evrilişine tanık oluyorsunuz. En etkili strateji oyunu, en etkili silah oluyor, yaşam biçimi oluyor... Bir insanın içine yaptığı yolculuğa rehber oluyor. Mistisizm seviyesine çıkan bir insanın parçalanışına, kırılışına, değerlerinin yok olup yeniden yazılmasına tanık oluyorsunuz.


Böyle bir hayal gücüne şahit olmak gerek. Yine de ilk 200 sayfadan sonra olaylar yüzeyselleşiyor sanki, Trevanian'ın bir acelesi varmış gibi... Kuruluş bir destan, yükselme ise kısa bir öykü gibi.

Yine de bir kahramanın doğuş nedeni olan yıkıntıyı, çarpıklığı içinizde hissediyorsunuz. Her kahraman ölü doğar, küllerinden doğduğunda ise kahramandır...


Hikayenin içinde ise ciddi bir nükte de var. Sadece bir casusuluk hikayesi değil. Dünya üzerindeki toplumların özellikleri ile eğlenme hali olağan bir motife dönüşüyor sayfalar ilerledikçe. Basklar, Japonlar, Fransızlar, İngilizler ve tabii Amerikalılar... Bizi bizden ayıran özellikler o kadar net mi, belki de, kim bilir?


Rodney William Whitaker'ın neden yıllarca adını gizleyerek kitaplarını yazdığı ise ayrı bir hikayedir... Acaba Şibumi'ye erştiğinden midir? Bilinmez, bazı gerçekler bilinmedikçe güzeldir bence. Bu kitapla ilgili yapacak o kadar çok lakırdı var ki yapmak haksızlık olur.


Okuyun çünkü;

Hepimizin içinde bir kahraman yaşar...

Geçmişten izler taşır hepimiz, görünür veya görünmez...

Hayallerdir bizi ileriye taşıyan...

Gülmektir ilerlerken keyif veren...


Ve tabii ki "iyi bir kitap okumak hayatta yaşayaşacağınız en duru ve yoğun mutluluğu yaşatır insana"...


Monday, 5 July 2010

Felsefenin Öldüğü Gün

Hızlı bir giriş ile başlıyor kitap. Bir kaçırılma sahnesi. Bir anda şiddetin içinde buluyorsunuz kendinizi... Sadece şiddet mi? Seks, ilaçlar (!), anarşi... Dağınık bir odaya giriyorsunuz, parçalar kopuk kopuk, tıpkı odanın içine gelişigüzel atılmış eşyalar gibi. Bıraksalar toplayacaksınız. Ama odadaki ışık, flaş gibi bir yanıyor bir sönüyor, görüntüler bir geliyor bir gidiyor. Birleştirmek ciddi bir uğraş gerektiriyor. Flaş patlıyor, belli belirsiz bir görüntü, gerisi kopuk... Sonra bir flaş daha, bağla bağlayabilirsen. İşte size baş döndürücü bir hızda bir roman. Felsefenin öldüğü gün...


Kaçırılan ve bir şiddet filminin baş rolünde oynatılan bir sanatçının hikayesi. Kitabın başında alevlenen serüven hızlanarak devam ediyor. Takip etmek güç. Buna rağmen ironik olan, sürüklenmeye başladınız mı karşı koymak zor. Hikayenin sonuna doğru pat! Bir anda yüzüstü bırakıldığınızı hissediyorsunuz. İlk sayfadan beri zihninizin yaptığı kabulün yanlış olduğu gerçeği sizi çıplak bırakıyor. Sonra bir manevra daha, bu sefer hazırlıklısınız ayrıca bu daha etkisiz bir U dönüşü... İşte burası kitabın heyecanını zayıflatıyor, okuyanda hayal kırıklığı yaratıyor.

Konu bir sistem eleştirisi. Ama kahramanlar eleştiri boyutunda kalmıyor. Yazar,eylem boyutuna da geçen bir hikayeyi anlatıyor. Chuck Palahniuk , Jack Keoruac ve efsane yazar Bukowski tatlarının etkisinde bir roman...


Son bir ek, bir önceki yazarlık üstüne karalamaların da ilham kaynağı kitabın yazarı Casey Maddox. Kitabın sonundaki teşekkürler bölümünden bir alıntı "...YAPTIKLARIMIN SONUÇLARI.Gerçekte kim olduğunu anlamam için zaman verdiğiniz için. Sandığımdan çok daha güçlü olduğumu öğretiğiniz için. Beni kırmak, parçalamak adına elinizden geleni ardına koymadığınız için. Başaramadığınızı gösterdiğiniz için. Ve kendimi sevmeyi öğrenmem için sevdiğim ne varsa aldığınız için. (Not:Artık anlıyorum. Başka biriyim şimdi. Evime dönebilir miyim,lütfen?)"
Not : Yazar Casey Maddox California'da maksimum güvenlikli bir hapishanede yaşamaktadır. Üzücü, iç burkucu...

Sunday, 4 July 2010

Yazarlık üstüne karalamalar...

Bugün çılgınca bir fikir geldi aklıma... Yazarlar bir çok konu hakkında yazıyorlar. Çoğunluğunda ise başlarından geçmemiş olayları yazıyorlar. Genelde kendilerini etkileyen olaylardan ilham aldıkları düşüncesine katılırım. Yine de kelimelere döktükleri kahramanların psikolojilerini de kendileri belirliyorlar. Bana, sanki o kahramanlar gerçek hayatta aynı olayları yaşadıklarında farklı şekilde hareket edeceklermiş gibi geliyor. Bir katili anlatan bir cinayet romanı yazarının hapiste olması gerekir :) Ya da cinayet romanı yazarak birinin hapse girmeyi göze alabilmesi... İsterse savunmasını "okurlarıma kahramanımın gerçek ruh halini anlatabilmek için yaptım" diye yapabilir. Artık ne kadar kabul ettirebilirse...

Evet, bir roman okuyorsunuz, şiddeti sapkınlık şeklinde anlatan bir roman ve araştırınca roman yazarının hapishanede olduğunu okuyorsunuz...

Tuesday, 29 June 2010



Gaia teorisi, James Lovelock tarafından altmışlarda ortaya atılmış bir teori... Özetle dünyanın tüm fiziksel bileşenlerinin, dünyanın dengesini ve yaşamanın devamını korumak için beraber hareket ettiği prensibinden yola çıkıyor. Lovelock, Dünya ekosistemi ile yaşayan bir organizma gibi içinde bulunan koşulları değiştirecek şekilde hareket ettiğini iddia ediyor. Örneğin, insanlığın doğayı kirletip kaynağını tüketmesi sonucu dünyada yıkımların artması, iklim değişikliği ve sonuçlarının doğanın insanlara karşı kendi koruması olarak adlandırıyor.


Maxime Chattam, Grange'ın izinde benzer tarz çizgisi ile ilgimi çekmiş bir yazar. Yeni kitabında, Gaia teorisi üzerine kurulmuş, içine insanın genetiksel şiddet içgüdüsü varsayımını, komplo teorileri eklenmiş bir polisiye gerilim romanla okurların karşısına çıkmış.


Hikaye ve ana fikri iyi olmakla beraber, hikayeyi önceki kitaplarının kalıplarına sokmak için o kadar zorlamış ki, okuyucuda heyecan yaratacak gerçeklikten çıkmış... Komplo teorilerini severim, üzerine kurulmuş zekice hikayelere ise bayılırım, yalnız inandırıcılık için sınırların belirli seviyede tutulması Chattam'ın romanını okuduktan sonra daha net gün yüzüne çıkıyor.


Kısacası ilk kitapları Kötü Ruh, Kara Büyü ve Karanlığın Soluğu romanlarından uzaklaşan Maxime Chattam, bu romanlardaki gerilim tadını kaybetmiş. 4. kitabında yakaladığı kurgu başarısından da uzak kalmış bu kitaptan daha iyi alternatifler bulunacağından eminim...


Sevgilerimle,

Friday, 15 January 2010

Kayıp Gül üzerine...


Kitap raflarındabakınırken gördüğüm bir kitaptı... Arka kapağında, çeşitli ülkelerde yayınlandıktan sonra aldığı çeşitli yorumlar dikkatime çekmişti. Daha çok yazarın hayatı ilginç gelmişti, belki de hepimizin kendini yakın hissedeceği bir hayat... İş hayatını yazar olmak için bırakan bir kişi, Serdar Özkan.

Benzetildiği kitaplar Küçük Prens ve Siddharta olunca tabii ki insanın beklentilerini arttırıyor. Yalın bir dille yazılmış, son zamanların çok irdelenen konularından insanın kendini bulması çevresinde dolaşan bir kitap.

Annesini kaybeden bir kızın annesinin bıraktığı kırıntıları takip ederek içini keşfetmesini, modern bir dünya sahnesinde sergileyen bir oyun.

Okuyun, okuyun ki yazma cesaretiniz artsın, ne kadar çok eleştirilirse eleştirilsin yalın bir dille ön yargısız okurları etkilemenin imkansız olmadığını görün.

Daha ileride irdelenmesi gereken "yalınlık mı, ağdalı bir dil mi mükemmelliktir?" tartışmasına bile kaynak oluşturabilir.