Sunday, 8 August 2010

En iyi Vegas Filmleri

Film senaryolarının vaz geçilmez şehridir Las Vegas. Onlarca Las Vegas'ta fim içinde ikisi vardır ki hayatımda önemli yer etmiştir, etkilemiş, kendisine hayran bırakmıştır...

Fear and Loathing in Las Vegas

Kadim dostumun sayesinde izlediğim film, bir gazeteci ve psikotik avukatının Las Vegas'ta Amerikan rüyasının peşinde koşturmalarının hikayesidir. Johnny Depp ve Benicio Del Toro'nun, filmin tamamında uyuşturucu etkisinde bulunan karakterlere bu kadar yakın, bu kadar uygun olması nefes kesicidir. Olağan dışı rollerin adamı Depp'in kanımca kariyer zirvesi yaptığı, hatta oyunculuk hayatının kaderinin belirlendiği roldür. Del Toro ise çılgınlıktan deliliğe, delilikten paranoyaklığa atlarken bu atlamaları pürüzsüz bir yumuşaklıkla yaparak kendine hayran bırakmaktadır.

Gerçek dünya ile hayalin karıştığı, bazen birbirlerinin yerine geçtiği, daha sonra anlaşıldığı üzere aslında gerçek ve hayalin ne olduğunun çok da fark etmediği bir Dali tablosudur filmin tamamı...
Uyuşturucular tarafından tetiklenen sanrılar, uçurumun kenarında gezinen ruh halleri, tamamen "blur" ama aynı zamanda pitoresk bir görsel şölen yaşatır insana. Uyuşmuşluk hissinin resmini insanın içinden ve dışından aynanın iki yarısı gibi beyaz perdeye yansıtırken, hangi yarıda bulunulması gerektiğinin seçimini de kişinin özüne bırakmıştır yönetmen Terry Gilliam...

Sakin kafayla izlemek iddialıdır, nevrotik bir ruh hali içinde olunması karakterlere yakınlaşma açısından önerilir. (Tabii ki yasaklı madde kullanımını kastetmiyorum burada, sakın diyeyim :)) Defalarca seyredildikçe farklı anlamlar kazanan, kaçırılan ufak detayların yakalanması suretiyle huzura erişildiği bir eren seansıdır. Şiddetle tavsiye edilir...

Leaving Las Vegas

Aşk hikayelerinin en ümitsizi aynı anda da en ümit verenlerinden birinin çevresinde geçen bir hikayedir kendileri...

Nicholas Cage'in canlandırdığı karakterin alkolik olması ve kendi içerek ölmeye adamış olması, benzer şekilde Elizabeth Shue'nun da serbest düşüşte olan fahişelik hayatı aslında filmin asıl konusu için altlık görevi görür. Bu iki insan karşılaştığında ise yollar çoktan çizilmiş, epeyce yol alınmış ve dönüş yolu ufukta kaybolmak üzeredir. Aslında Sera, bir U dönüşü ile geri dönmek için bir dayanak bulmuşken, Ben için dönüş artık imkansızdır. Kararında ısrarcı Ben'in 500 dolara Rolex Daytona'sını satması, ilk akşam yemeklerinin rezil olması fakat onların bunu olağanlığın sıradanlık anlamıyla karşılamaları, Ben'in elinde Martini bardağıyla bankta otururken çevresinden bihaber olma ve Sera'nın Ben'e yemek yapma sahneleri etkileyici sahnelerdendir. Yine de iki karakterin sonu insanın içini ezip parçalar, sonra da parçaları birbirinden olabilecek en uzak noktalara savurur.

İzleyicide bir film içinde yaşanabilecek tüm duyguları hissettiren, yine de sizi terkettiğinde kendinize en yakın hissedeceğiniz varlığın bir kadehten başka olamayacağı bir filmdir. Eğlence ve imrenme ile başlayan, acıma ve ümit ile devam eden, sonunda ise hayal kırıklığı, çaresizlik ile biten dramın müzikleri ise duygularınızı pekiştirecek şekilde seçilmiş, yönetmen Mike Figgis, Sating ve hatta Nicholas Cage emeğiyle yaratılmış.

Sağlam ruh haliyle izlenmesi önerilir aksi takdirde arızalı durumlara meydan verebilir :)

No comments:

Post a Comment