Thursday, 29 July 2010

Bir Dost'tan-Kahvaltının Mutlulukla Bir İlgisi Olmalı...

“kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı”

ya da

“c’est un beau roman c’est une belle histoire”

Bu aralar içimden yazmak yazmak yazmak geliyor. Bir huzursuzluk bir duygu patlaması bir çok mutlu olma hali bir uykusuzluk. Gidip gelmeler. Gidip gelememeler. Gidememeler.

Şu “30lu yaşlar” konusu pek açılır oldu arkadaş meclislerinde. Reklamlardaki “kentsel yalnızlık” teması gibi. Üniversite yıllarında tek kaygımız mezun olmak mıydı, şimdi de tek düşüncemiz bu yaşları kazasız belasız atlatmak mı bilemiyorum. Sadece artık büyümüyoruz sanırım.. büyüme bitti, yol alıyoruz, yaş alıyoruz. Yaş aldığımızın ara ara daha çok farkına varıp ruhumuzu mu çoğaltmaya çalışıyoruz acaba daha çok şeye yetişebilmek için? Bedenimiz yavaşlarsa diye korkuyoruz galiba. Ya da yavaş yavaş bu ruh bu bedene dar gelecek diye.

Mesela ben şimdi köprünün ortasında inip arabadan yağmuru izlemek istiyorum. Kulağımda müzik yürümek zamanı unutup. Bir kadeh kırmızı şarabın dipte kalan bordo kalıntılarına bakıp bakıp dalmak. Sevdiğim yerlere gitmek. Uzun zamandır olmadığım yerlerde olmak, hatırlamak.. istiyorum.

Sonra.. bir telaşa kapılıp bunları istediğimi unutabiliyorum. Unutup uyumayı seçiyorum.

Sevdiklerim. Ve üzüldüklerim. İşte “30lu yaş problemi”:

Bir grup insan arasından aşağıda sıralanmış her kümede en az 3 kişi bulunmaktadır:

Mutlu bir evliliği olanlar, çocuk sahibi olmak isteyenler, çocuğu ve mutlu bir evliliği olanlar, çocuk sahibi olmuş hayatını düzene koymaya çalışanlar, hayatını bir türlü düzene koyamayanlar, evlenmek isteyenler, boşanmak isteyenler, boşanmış ama birilerine tekrar aşık olmuş olanlar, aşık olan ama aşık olduğu insan evli olanlar, bir türlü bir araya gelemeyenler, bir türlü ayrılamayanlar, bir türlü beraber olmak istediklerini birbirlerine itiraf edemeyenler, kimliklerinden kurtulamayanlar, hala olgunlaşamamışlar, tutku insanları, şehvet tutkunları, budala erkekler, daha da budala kadınlar, özgürlükle saçmalama arası ince bir çizgide gidip gelenler.

Bu insanların önlerindeki 10 yıl içinde bu kümelerden en az birinde olacağı, 70 yıl sonra bu kümelerde kimse olmayacağını, ancak şanslı 10da 1inin “öyle ya da böyle mutlu bir hayat yaşamış olanlar” adlı yeni kümede olacağını düşünürsek bu insanlar kaç kişidir, yaş ortalaması kaçtır?

Ve hayatında en az 1 kez bu kümelerin hepsine bir şekilde girmiş olmak gerekli midir?

Unutalım uyuyalım o zaman.. Uykumuza fon olsun: Portishead- Magic Doors..

Nes

Thursday, 15 July 2010

Dr.Parnassus - "Düş Sattım Aldanmışlara"


Biraz geç de olsa, Terry Gilliam'ın son filmi Imaginarium of Doctor Parnassus hakkındaki hissiyatlarımı paylaşmak isterim. Yine efsane bir çalışma olmuş, arsız bir gülümseme ile ile seyrettim tüm sahneleri, seratonin tavana vurdu bünyemde. Kimi zaman Gilliam, Burton gibi yönetmenlerin teknolojinin son harikalarını kullanabilecekleri bu dönemlerde sinema sanatına başlamamalarının bir talihsizlik olduğunu düşünüyorum. Filmde o kadar zengin bir görsellik; Gilliam'ın hayal gücünü birebir aksettirecek o kadar çok enstrüman var ki, Brasil & Monty Python, ya da Beetlejuice gibi filmlerin bugünkü olanaklarla çekildiğini düşünüyorum da, epey heyecan verici.

Efenim bizim bu Dr. Parnassus, orta yaşını geçmiş, peygamer görünüşlü, tatlı-aksi bir ihtiyardır, hayatını hayal gücünü müşterilerinin kullanımına sunarak kazanmaktadır. ne var ki işler kesattır, insanlar şablonlar içerisinde yaşamaya mahkum edilmişler, günümüz profesyonel dünyanın laçka ve moda tabiriyle "kutu dışında" düşünemez olmuşlardır.

Müşterilerine hayal aleminde eşsiz bir deneyim öneren doktorun işleri iflasa yüz tutmuşken ortaya çıkan Tony karakteri (ki Heath Ledger'ın beklenmedik ölümü üzerine Jude Law ve Johnny Depp tarafından varyasyonları yaratılan bir karakterdir) , hitabet yeteneği ile işleri hızlandıracaktır, sonrasında olaylar baş döndürücü bir hızla gelişecektir. Filmin her detayı muazzam bir ustalıkla çekilmiştir, büyük bir keyifle izlenir.

Fantastik yapımların özel bir seyirci kitlesi olduğu su götürmez bir gerçek. Hayal gücü yeterince gelişmemiş kimseler bu filmleri absürd ve manasız bulacak, bir şekilde gerçeklikle ince de olsa bir bağlantı aradıkları her anda yapımdan daha da çok nefret edeceklerdir. Dilerdim ki, herkes bu uçuk dünyanın görsel ziyafetinden ve gerçeklikten kopuştan benim kadar keyif alsın, deliliğe, kıvamında saçmalıklara methiyeler düzsün. Normal olan sıkıcıdır, anormal olandır sansasyonel olan.

Filmde şeytan karakterini Tom Waits'in canlandırdığını söylemeden geçmek olmaz elbette. Blu-ray ekstralarında ne kadar yaşlandığını bir kez daha görüp üzüldüm.. Bu arada imkan varsa, Blu-ray'da izlemek iyi olabilir filmi, kesinlikle daha doyurucu oluyor.

Bu arada Gilliam'ın Don Kişot projesini merakla bekliyoruz, ancak yine bir takım talihsizliklerin yönetmenin yakasından eksik olmadığını da not edelim.

Büyücü-John Fowles



Nicholas Urfe’nin hikayesini anlatır romanımız… İngiltere’de doğan, Oxford’da okuyan genç, okul sonrası aşkı tadar. Bir süre sonra ilişkinin ağırlığı zincirler Urfe’yi,taa ki kaçışı bir Yunan adasında misyoner bir İngiliz okulunda öğretmenlikte bulana kadar.


İşte ilk sürpriz burada başlar. Ada çağımızın eğlence ikonlarından olan adaların tam tersidir. 2. Dünya savaşı sonrası çökmüş Yunan halkını, sessizliği, doğayla yalnız kalmayı anlatır Phraxos bizlere. Urfe, İngiltere ile ada arasında bocalar, sonrasında ise acımasızlığın perdelendiği tiyatro sahnesi kurulur…


Adanın diğer ucunda oturan yaşlı bir adamla tanışır, zengindir, aristokrattır, sanat meraklısı, gizemli bir adamdır Conchis. Tiyatronun oyuncuları yavaş yavaş çıkar sahneye, herkes senaryoyu bilmektedir, Urfe dışında… Aşık olur, aldatılır, oyuna getirilir ama hiç birinden yılmaz kahramanımız. Defalarca tekrarlanır bu duygusal iniş çıkışlar, yine de senaryo oynanmaktadır biteviye…


Dayanılmaz bir karmaşaya döner hikaye, Urfe küçüldükçe küçülür, yaprak gibi oradan oraya savrulur. Sonunda kukla olmaya dayanamaz ve kendi oyununu oynamaya İngiltere’ye döner. İşler beklediği gibi gitmez, artık o Ege'nin yanlızlığı ile Londra'nın karmaşıllığı arasına sıkışmıştır. Tiyatro peşini Londra'da bırakmaz, aşk onu bir kez daha tuş eder, kahramanlar artar, senaryonun başı ile sonu karışır…


Hikayenin sonu yoktur eğer ne olduğunu merak ediyorsanız, sonu siz yazarsınız, mutlu bir bitiş mi, hiçlik mi… Tamamen hayal gücünüz belirler yazılmamış sayfaları.

Doğanın bu kadar güzel betimlenebildiğini, yalnızlığın bu kadar vurucu olduğunu, çaresizliğin kahrediciliğini, umudun tükenmek bilmeyen iyimserliğini, aşkın gözünün kör olduğunu, yalanın insanın hamuru olduğunu öğrenirsiniz ve John Fowles’u okurken Shakespeare’e gidersiniz, Marquis de Sade’ye, mitolojiye, Kafka’ya ve nicelerine selam verirsiniz yolunuz üstünde…


Ege mavisi be zeytin yeşili bir hikayedir “Büyücü”, Ege’nin Batı kültüründe tasviridir kısaca…

Saturday, 10 July 2010

İnce Saz, İnce Nağme

Hazır hızımızı almışken, devam edelim madem; şu özgün & kaliteli ezgi fukarası günümüz müzik piyasasında pırıl pırıl parlayan İncesaz hakkında birkaç kelam edelim.

Efenim, kadim dostumla birlikte yıllar yılı Yeni Türkü dinlemişliğinin verdiği 'çok yemişlik ama doymamışlık' hissi ile Yeni Türkü'süz günler geçirmekteyken (hatta biraz da geç) keşfettiğimiz İncesaz o gün bugündür sistemimizi ve muhtelif zamanlarda İstiklal Caddesi'ni renklendiriyor.

İncesaz 1997 yılında Cengiz Onural, Derya Türkan ve Murat Aydemir tarafından İstanbul'da kuruldu. Cengiz Onural'ı yeni Türkü'nün yenilikçi sesi, yarı üzgün yarı ciddi kemençecisi olarak hatırlayacaksınız. Kendisi grubun son dönemlerinde artan sayıda besteler yapmaya başlamış (misal : Süper Baba'nın süper jenerik müziği), öte yandan "Külhani Şarkılar" gibi pek de Yeni Türkü tarzı olmayabilecek bir albüme yönlendirebilmiştir grubu.

Ne var ki kemençeyi kendinden daha usta bir isme teslim etmek zorunda kalacaktır makine mühendisi Cengiz Onural, zira Derya Türkan kemençe üzerine almıştır eğitimini konservatuarda. Aynı okulda tambur ihtisası yapan Murat Aydemir üçlünün diğer öğesi olacaktır. Kadro ilerleyen dönemlerde enstrümanlarında çok yetkin diğer müzisyenlerle tamamlanacak ve İncesaz ince ince ince icraata geçecektir.

İlk albüm 1999'da gelecektir, Eski Nisan'dır adı. Tamamen enstrümental eserlerden oluşan albüm, tam bir İstanbul albümüdür, ezgiler deniz, fayton ve rakı kokar.

2002'de çıkarttıkları Eylül Şarkıları ile adlarını duyururlar. Günümüzün en güçlü seslerinden Melihat Gülses'in de katkısıyla albüm klasik Türk müziği sentezlerini seven tüm kitlelerde son derece beğenildi. Özellikle "Çok aşığın var diyorlar", "Günah", "Marmara" gibi şarkılar albümün yarı buruk, çeyrek ekşi, çeyrek umutlu tonunu ayarlarken, klasik eserlerin modern müzik altyapısı ile aranje edilmesi büyük bir başarıyla yapılıyordu.


Grup İstanbul sevgisini 2004'teki İstanbul'a dair albümü ile somutladı. 2005'te ise grubu Beyoğlu - Pera ekseninde üne kavuşturan "Mazi Kalbimde" albümü yayınlandı. Bu albümde solist olarak Derya Türkan'ın eşi Dilek Türkan gruba katılmış, sesinin gülen tınısı şarkılara cilve katmaya başlamıştır. "Mazi Kalbimde", "Kalbim Seni Özler" gibi eğlenceli şarkıların yanı sıra öyle bir "Denizde Akşam" yorumu vardır ki, renginden gözünüzü yakabilir.

2007'de Klasik Türk Müziği'nden Türk Halk Müziğine geçiş yapar grup. Cengiz Özkan'ın solistliğinde birçok bilindik türküyü yeniden yorumladıkları Elif'te bir Ankara türküsü olan "Arpa Buğday Daneler" ve yine çok bilinen bir Trakya türküsü olan "Sendeki Kaşlar Bende de Olaydı" enfes aranjmanları ile öne fırlamaktadır.

Son albüm olan Kalbimdeki deniz geçtiğimiz sene çıkmıştır. Cengiz Onural, belki de bugüne kadarki en güzel şarkısının ("Sesimi Duy İsterdim") vokallerini grubun ilk günlerinden beri stüdyo aşamasında birlikte çalıştıkları Bora Ebeoğlu'na(evet evet Oya-Bora ikilisinin Bora'sı) emanet etmiştir. Albümle aynı adı taşıyan şarkı (olmazsa olmazdı), "Aşk Bitti" ve "Oturmuş Testi Elinde" gibi muazzam şarkılar bu albümü de yüceltmektedir.

Bu enformasyonu bol girizgahı biraz hissiyatla bezemek gerek..

İncesaz şarkılarının tesirini tam olarak hissedebilmek için ortamsal bazı ayarlamaların yapılması, bazı öncül koşulların yerine getirilmiş olması zaruridir. Belirli bir ruh durumuna teslim olmamışlık, bu koşullardan ilkidir; zira bir İncesaz albümü çok büyük bir olasılıkla yeryüzündeki birçok hissiyatı kapsayacak şekilde tasarlanmıştır, tek bir his alınmak üzere dinlemek büyük hata olacaktır.

İncesaz şarkıları denince aklıma gelen sözcükler sanırım bu savımı doğrulayacaktır : Sevgi, aşk, dostluk, hüzün, geçmiş, ümit, nostalji, yalnızlık, öfke, coşku gani gani vardır şarkılarda.

Şarkıların akşamüstü ya da akşam dinlenmeleri daha makbuldur, alkol eşliğinde dinlemenin şarkıların tesirini % 50 artırdığı İsviçreli bilim adamları tarafından ortaya konulmuş bir bulgudur. Ezgilerin, paylaştıkça keyfi artacağı gibi, tek bir şarkıyla obsesif bir ilişki kurup 37 kez art arda dinlemekten de ayrı bir keyif alınabilecektir.


Bir de ufak bir anektod ile noktayı koyalım madem. Birkaç sene önce bir şirket organizasyonun ilanında "İncesaz ekibi ile boğaz gezisi" ifadesini görünce büyük bir heyecana kapılmıştım. Grubun çok da meşhur olmadığı senelerdi, ve cömert şirketimin bu uygulaması pek de şaşırtmamıştı beni hani. Büyük bir keyifle yerimi ayırttım, tekneye ilk ayak basan ben oldum. Ne var ki gelen İncesaz ekibi pek de ince değildi, bir grup çingene çıkagelmişti. İşte o noktada keşfetmiş oldum İncesaz sözcüğünün aslında jenerik bir içeriği olduğunu..

Thursday, 8 July 2010

Şibumi


Kitaplar vardır ya, bir gün mutlaka okuyacağım dediğimiz... Hazır hissetmek gerekir, güçlü olmak, alabilmek kadar yorumlayabilmek, beraber yaşamak, kitabın içinde hissetmek... İşte benim listemin içinde yer alan bir kitaptı Şibumi. Ve sonunda onunlayım :)


Müthiş 200 sayfalık bir başlangıç. Ayağınızı attığınız anda labirentin içinde hissediyorsunuz kendinizi. Kahramanımız olağan dışı dünya tarihlerinde -II. Dünya Savaşı- olağan dışı şartlarda doğmuş kendisi de olağan dışı bir karakter. Zorluklar yaşıyor, yabancılaşıyor, yabancılaştıkça yabancılardan biri oluyor. Müthiş karakterler ile müthiş kurgular içinde yol alıyorsunuz. Go oyunu üzerüne kurulu düzene oturmuş hikaye içinde zamanın evrilişine tanık oluyorsunuz. En etkili strateji oyunu, en etkili silah oluyor, yaşam biçimi oluyor... Bir insanın içine yaptığı yolculuğa rehber oluyor. Mistisizm seviyesine çıkan bir insanın parçalanışına, kırılışına, değerlerinin yok olup yeniden yazılmasına tanık oluyorsunuz.


Böyle bir hayal gücüne şahit olmak gerek. Yine de ilk 200 sayfadan sonra olaylar yüzeyselleşiyor sanki, Trevanian'ın bir acelesi varmış gibi... Kuruluş bir destan, yükselme ise kısa bir öykü gibi.

Yine de bir kahramanın doğuş nedeni olan yıkıntıyı, çarpıklığı içinizde hissediyorsunuz. Her kahraman ölü doğar, küllerinden doğduğunda ise kahramandır...


Hikayenin içinde ise ciddi bir nükte de var. Sadece bir casusuluk hikayesi değil. Dünya üzerindeki toplumların özellikleri ile eğlenme hali olağan bir motife dönüşüyor sayfalar ilerledikçe. Basklar, Japonlar, Fransızlar, İngilizler ve tabii Amerikalılar... Bizi bizden ayıran özellikler o kadar net mi, belki de, kim bilir?


Rodney William Whitaker'ın neden yıllarca adını gizleyerek kitaplarını yazdığı ise ayrı bir hikayedir... Acaba Şibumi'ye erştiğinden midir? Bilinmez, bazı gerçekler bilinmedikçe güzeldir bence. Bu kitapla ilgili yapacak o kadar çok lakırdı var ki yapmak haksızlık olur.


Okuyun çünkü;

Hepimizin içinde bir kahraman yaşar...

Geçmişten izler taşır hepimiz, görünür veya görünmez...

Hayallerdir bizi ileriye taşıyan...

Gülmektir ilerlerken keyif veren...


Ve tabii ki "iyi bir kitap okumak hayatta yaşayaşacağınız en duru ve yoğun mutluluğu yaşatır insana"...


Monday, 5 July 2010

Felsefenin Öldüğü Gün

Hızlı bir giriş ile başlıyor kitap. Bir kaçırılma sahnesi. Bir anda şiddetin içinde buluyorsunuz kendinizi... Sadece şiddet mi? Seks, ilaçlar (!), anarşi... Dağınık bir odaya giriyorsunuz, parçalar kopuk kopuk, tıpkı odanın içine gelişigüzel atılmış eşyalar gibi. Bıraksalar toplayacaksınız. Ama odadaki ışık, flaş gibi bir yanıyor bir sönüyor, görüntüler bir geliyor bir gidiyor. Birleştirmek ciddi bir uğraş gerektiriyor. Flaş patlıyor, belli belirsiz bir görüntü, gerisi kopuk... Sonra bir flaş daha, bağla bağlayabilirsen. İşte size baş döndürücü bir hızda bir roman. Felsefenin öldüğü gün...


Kaçırılan ve bir şiddet filminin baş rolünde oynatılan bir sanatçının hikayesi. Kitabın başında alevlenen serüven hızlanarak devam ediyor. Takip etmek güç. Buna rağmen ironik olan, sürüklenmeye başladınız mı karşı koymak zor. Hikayenin sonuna doğru pat! Bir anda yüzüstü bırakıldığınızı hissediyorsunuz. İlk sayfadan beri zihninizin yaptığı kabulün yanlış olduğu gerçeği sizi çıplak bırakıyor. Sonra bir manevra daha, bu sefer hazırlıklısınız ayrıca bu daha etkisiz bir U dönüşü... İşte burası kitabın heyecanını zayıflatıyor, okuyanda hayal kırıklığı yaratıyor.

Konu bir sistem eleştirisi. Ama kahramanlar eleştiri boyutunda kalmıyor. Yazar,eylem boyutuna da geçen bir hikayeyi anlatıyor. Chuck Palahniuk , Jack Keoruac ve efsane yazar Bukowski tatlarının etkisinde bir roman...


Son bir ek, bir önceki yazarlık üstüne karalamaların da ilham kaynağı kitabın yazarı Casey Maddox. Kitabın sonundaki teşekkürler bölümünden bir alıntı "...YAPTIKLARIMIN SONUÇLARI.Gerçekte kim olduğunu anlamam için zaman verdiğiniz için. Sandığımdan çok daha güçlü olduğumu öğretiğiniz için. Beni kırmak, parçalamak adına elinizden geleni ardına koymadığınız için. Başaramadığınızı gösterdiğiniz için. Ve kendimi sevmeyi öğrenmem için sevdiğim ne varsa aldığınız için. (Not:Artık anlıyorum. Başka biriyim şimdi. Evime dönebilir miyim,lütfen?)"
Not : Yazar Casey Maddox California'da maksimum güvenlikli bir hapishanede yaşamaktadır. Üzücü, iç burkucu...

Sunday, 4 July 2010

Yazarlık üstüne karalamalar...

Bugün çılgınca bir fikir geldi aklıma... Yazarlar bir çok konu hakkında yazıyorlar. Çoğunluğunda ise başlarından geçmemiş olayları yazıyorlar. Genelde kendilerini etkileyen olaylardan ilham aldıkları düşüncesine katılırım. Yine de kelimelere döktükleri kahramanların psikolojilerini de kendileri belirliyorlar. Bana, sanki o kahramanlar gerçek hayatta aynı olayları yaşadıklarında farklı şekilde hareket edeceklermiş gibi geliyor. Bir katili anlatan bir cinayet romanı yazarının hapiste olması gerekir :) Ya da cinayet romanı yazarak birinin hapse girmeyi göze alabilmesi... İsterse savunmasını "okurlarıma kahramanımın gerçek ruh halini anlatabilmek için yaptım" diye yapabilir. Artık ne kadar kabul ettirebilirse...

Evet, bir roman okuyorsunuz, şiddeti sapkınlık şeklinde anlatan bir roman ve araştırınca roman yazarının hapishanede olduğunu okuyorsunuz...