Monday, 6 November 2017

Başlangıç-Dan Brown(2017)

Dan Brown'un üçüncü kitabından itibaren kendisini tekrar eden 
tarzı nedeniyle,sonraki kitapları ilgimi çekmemişti. Ancak "Başlangıç"ın 
yazılıve görsel medyadaki kapladığı yere uzun süredir Dan Brown'un
 kitabının çıkmamış olması ile uzun bir uçakyolculuğu da eklenince, 
"Başlangıç"a bir şans vermeye karar verdim.


Öncelikle iyi bir polisiye arayanları beklentilerini sınırlı tutma konusunda uyarmak istiyorum. Polisiye açısıdan bundan önceki romanlardaki klişeleri fazlasıyla kullanan bir kitap.

Edebiyat ve sinema dünyasında son zamanlarda fazlasıyla revaçta konular görebildiğim kadarıyla uzay yolculuğu, insanlığı tümüyle etkileyen ve yaşamı değiştiren uzaylı istilası, hastalık, genetik değişimler ve tabii ki yapay zeka... Dan Brown' da yapay zeka ve teknoloji üzerine oldukça eğilmiş.

Yazar, teknolojiye tamamen X kuşağı gözlüğünden bakan ve insalığa etkilerini bu açıdan yorumlayan romantik bakış açısına sahip. Benim görüşüme göre teknoloji ile doğan ve büyüyen &millenials&lar tarafından şekillenecek dünyayı X ve hatta Y kuşağı gözünden tahmin etmeye çalışmak romantik bir çabadan öteye gitmiyor. Bu konuyu zorlayınca da ucube sosyal medya kullanımı, olduğundan fazla abartılmış küresel etkileşimler ve en üzücüsü ise zorlama modern klasik bileşimleri/çatışmaları ortaya çıkıyor.

Yine de kitabın sonu en azında iyi bir fikir yakalamayı başarmış. "Nereden geliyoruz, nereye gidiyoruz" sorularının yanıtları belki de okumak için harcanan zamanı en azından biraz da olsun değerli kılıyor.

Saturday, 8 December 2012

The Flight (2012)


Uçaktan korkanlar ellerini kaldırsın… Ben, ilk sıradayım. Bakım ciddi söylüyorum, eğer bir gün başıma bir uçak kazası gelirse ve beni kurtaran pilotun uçağı ters çevirmek suretiyle beni ve hatta uçağın % 90’ını kurtardığını söylerseniz, ben hazırım, bu pilotun lideri olacağı her tarikatın müridi olurum, hem de en ufak bir sorgulama yapmadan.  Ama eğer bu pilotun kafası iyiyken bu işi yaptığını söylerseniz, işte orada Amerikalılar’ın söylediği gibi “now you’re talking”.

Bir film yapılsın ki normal bir kafayla kimsenin yapamayacağı bir şeyi yapan pilot bu filmin kahramanı olsun, ama bu pilotu kafası iyi olmaktan yargılamaya kalksınlar… İnanmazsınız ama kurgusal olarak bile denemişler, 10 tane kafası ayık pilot, alkol tavanını delip geçmiş adamın yaptığını yapamamışlar, hala bu işi becerebilen adama sen alkolik misin, uçarken kafan iyi miydi diye soruyorlar?

Bakın Amerikalılar’ın sevdiğim bir yönü var. Tüm kahramanları alkolik, uyuşturucu bağımlısı ve şiddet yanlısı… Ama Pazar kiliseye gitmiyor diye aforoz etmeye kalkıyorlar. “Şerefe” dostlar, gerçekten kafanız en az kahramanlarınız kadar iyi J
















Bu film nereden çıktı bir anda önümüzde anlayamadım, hatta Oscar adaylığı –en azından baş rol oyuncusu için hikayeleri bile anlatılmaya başladı. Bakın bir konuda bu adamların kafası karışık? Bir kahramana ihtiyaç duyuyorlar ama kahramanları onlarca hayatı kurtardıkları için gurur mu duysunlar, genel ahlak kurallarına uymadıkları için onları yerine batırsınlar bilemiyorlar. Ne diyelim “God bless America, they really need it”.

Tuesday, 28 June 2011

Tol-Bir İntikam Yolculuğu

Eserler var ki bazen önüme çıkıyor, önce bilmediğim için kendimden utanıyorum, sonra bildiklerimin tümün sadece belli belirsiz bir parçası olduğunu fark ettiğim için seviniyorum. Keşfetmenin sınırı olmadığını, bu devinimin insan hayatından hızlı ilerlediğini bilmek yaşamanın anlamını pekiştiriyor. İşte bu duyguları hissettiren bir kitaba rast geldim, adı Tol, yazarı Murat Uyurkulak.


Devrimin ihtimalini sevenlerin öyküsünü anlatan Tol, “beat” kuşağının konuşma dili ile yazma geleneğinin Türk temsilciliği adeta… Romanın diline eklenen argolar ve küfürler ise anlamı bozması beklenen yerde ilginç bir şekilde pekiştiriyor. Bir yolculuğun öyküsü içinde devrim hayaliyle yanıp tutuşanların mecazi yanma hallerinden çıkıp gerçekte yanıp tutuşmalarını, yanıp tutuşurken küllenen hayatların küllenmeyen ümitlerini anlatıyor. İnsanın yüzüne tokat gibi çarpan yalınlığı ile basitliğin getirdiği karmaşıklığın bir mengene gibi insanları sıkıştırması, mengeneden kurtulanların sonra bir yaprak misali savrulan gövdelerinin hikayelerini aktarıyor bize yazar. O yapraklar ki buruşmuş, kurumuş ve kırılmaya yüz tutmuş ama ne şeklini kaybetmiş ne de damarların kesinliğini ve belirginliğini.

Milletlerin belirli dönemleri çok anı barındırır. 1980 öncesi hayatların hikayeleri ise bir o kadar bizden, bir o kadar uzak, acımasızca karanlık, aydınlatırcasına umut vericidir… Hayatların yıkılıp gitmesini, değerlerin ezilip yenilerinin yeşermesini Murat Uyurkulak pencerisinden izlemek gerçekten heyecan verici. 1980 öncesinden yok ve var olmak denizi içinde yüzen hayatlar, devir değiştiğinde artık bir hiç olduklarını fark ediyorlar. Yazılan kurallar değişmiştir, bu şekliyle oyun bilmedikleri bir oyundur, son bir ümit :

Acaba bildikleri yöntemler bu oyunda sonucu değiştirecek midir?

Bir solukta okunan, bana Radikal Kitap’ın bana hediyesi olan TOL’ü hemen edinmenizi öneririm.

"Devrim, vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi.


Saraylara merakla bakan sivil çocuklar hatırlıyorum. Geniş caddeler arşınlayan kavruk adamlar, böğürtlen yiyen kara kadınlar, sert laflar gezdiren kuru ağızlar…

Annemin ağzı fazla bozuktu.

Herhalde sadece benim korkmadan bakabildiğim, baştan başa izlerle kaplı yüzünün ortasında, buruşuk bir yaraya benzeyen ağzını açar ve her seferinde aynı şeyi söylerdi: “Bizi düzdüler. Çocuklarımızı da düzecekler. İçlerinde ne kadar tarih, dua, silah ve dahi şan varsa üzerimize kusacaklar…”

Annem biraz kaçıktı.

İlkokula başlamıştım, intihar etti." Murat Uyurkulak-Tol

Wednesday, 6 October 2010

The Doors ve Jim Morrison üzerine...

Bir Doors yazısı yazmanın en büyük zorluğu yazdıklarınızın Doors’u mu Jim Morrison’ı mı anlatacağını hiç bir zaman bilemeyeceğinizdir. Doors ve Jim Morrison’ı ayırmak parçaların her birinin anlamına ihanet olacağından  beraber bahislerini etmek galiba en doğrusu olacak...
Tamamen müzikal olarak bir hiçlikten doğmuş bir gruptur The Doors. Grup kurulduğunda Jim Morrison hayatında şarkı söylememişti, hatta nota okuyamıyordu. Grubun gitaristi Robby Krieger ise sadece 6 aydır gitar çalıyordu. Baterist John Densmore ve orgçu Ray Manzarek biraz durumu kurtarıyorladı. Jim Morrison’ın şiirleri vardı ellerinde sadece, bir hafta sonu hepsi beste yapmak adına sözleştiler. Sadece Robby Krieger beste yapmıştı, hayatının ilk bestesi “Light My Fire”, Doors tarihinin en başarılı şarkılarından biri oldu.

Grubun adı Jim Morrison tarafından William Blake’in bir şiirinden esinlenerek konuldu...
“... If the doors of perception were cleansed
Everything would appear to man as it is : Infinite...”

Müzikleri o zamana kadar yapılanların dışındaydı, jazz ve rock and roll’un bir karışımıydı. Aralara hafif hafif serptikleri blues tınılarını son albümlerinde iyice belirginleştirdiler. Doors dinlemek yükselmek gibidir, bu dünya ayaklarınızın altından kayıp gider, kendinizi cennet ve cehennemin kapılarında bulursunuz. Sözler günlük hayatınızda kullanacağınız sıralarında değildir, anlamları birbirlerinin arkasına anlamsızca dizilmelerinden gelir. O şarkıların sözleri içinizde kısılıp kalmış haykırışlarının yankısıdır, kulaklarınıza hücum ettiğinde, bilirsiniz, tanıdıktırlar...

“Riders on the storm”, sonsuza yapılan bir yolculuğa götürür sizi, ıslanırsınız, çamur içinde kalırsınız ama gocunmazsınız, çünkü o yol hepimizin yoludur. “Light My Fire” yaratıldığımız ateşin içine atar bizi, Morrison gibi ateş dansı yaparsınız, yanarsınız belki ama hissetmezsiniz. “People Are Strange” bir illüzyondur, sizi içine çeker, dünyayı farklı algılarsınız, müzik bittiğinden döndüğünüz yerin hüznü kucaklar sizi. “Love me Two Times” Doors’ca aşktır, pekişmemiş hiç bir duygu onlardan değildir. “Hello, I Love You”, “Love Her Madly”, “LA Woman” ve daha niceleri hislerinizin ışığı olur, sizden bir adım önde yolunuzu aydınlatarak...

Müziği kadar yaramaz çocuğu da Doors’u Doors yapan etkenlerdendir. Jim Morrison sahnedeyken şarkıları söylemez, her şarkıyı her seferinde seyircinin önünde yaşar. Belki ağır uyuşturucu ve alkolün etkisi altındadır, yine de sözleri bu kadar inançla haykırması insanı kendinden geçirir. Alkol ve uyuşturucu düşkünlüğü hepsine zor günler yaşatır. Defalarca sahnede kendinden geçen Morrison’u arkadaşları idare eder. En sonunda Morrison’un dinleyici grubunun politik düşüncelerini hiçe sayan gösterisinin cezasını çekerler. Ahlak dışı sahne performansı nedeniyle Morrison ceza alır ve Doors aforoz edilir.

Arkasında milyonlarca hayran ve başarı bırakan Doors için her şey son değildir. Tekrar bir araya geldiklerinde Blues ile geri dönerler, “LA Woman” dönüş albümleridir. Morrison’un devam eden alkol problemleri yapımcılarını kaybetmelerine neden olur, yine yalnız başlarına ayakta kalırlar. Garajlarına dönüp albümlerini tamamlarlar. La Woman şarkısının yavaşladığı noktada Morrison, şarkıya kendinden bir ekleme yapar “Mr Mojo Risin”, isminin anagramıdır bu...

Jim Morrison 27 yaşında ölür, kendisinden önce aynı yaşta aynı kederi paylaşan Jimi Hendrix ve Janis Joplin gibi... 54 aylık beraberlik ve 80 milyonun üzerinden albüm satışı ile Doors da tarihteki yerini alır. Ölümü hakkında pek çok spekülasyon olmasına rağmen kalp krizi olduğu en yaygın kanıdır.

Morrison, gelmiş geçmiş en iyi sahne performansına sahip vokalistlerden biridir, şair bir vokalist, keskin bir şiir aşığı ve emekçisidir, tehlikenin eksik olmadığı duyguları entellektüel bilinç ile harmanlanmıştır. Bu da onu çağımızının en etkileyici karakterlerinden yapmaktadır...

İzleyin : When You’re Strange (Film-Yazan ve Yöneten Tom Dicillo)

Monday, 13 September 2010

Aganta Burina Burinata


Aganta Burina Burinata, Halikarnas Balıkçısı'nın ilk eseri ve aynı zamanda mavinin öyküsü... Balıkçının maviye olan tutkusunun bir hikayesi. Kaderi deniz olan insanların, kaderin tokat gibi yüzlerine çarpmasını, varlarını yoklarını denizden kazanırken, ne kadar acıklıdır ki kazandıklarını, sevdiklerini denize vermelerini anlatır. Kayıpların keskin acısının nasırlaştırdığı, rüzgarın ve tuzlu suyun kuruttuğu umutların tüm olan bitene rağmen yaşam mücadelesi kucaklar insanı tüm roman boyunca.

Bize göre basit görünen dünyaların aslında ne kadar engebelerle dolu olduğuna şaşarsınız. Sevmenin ama basit şekilde sevmenin, karşılık beklemeden, mutluluk kadar hüznü de severken kucaklamanın hikayesi insanı büyüler. Hayatın aslında bütün bir hikaye değil, kısa öykülerden oluşan bir derleme olduğu gerçeği yakalar insanı.

Halikarnas Balıkçısı'nın dili ise yumuşak, kaygan bir o kadar da anlamlıdır. Yalınlığın, sadeliğin ne kadar çok analatabildiği Halikarnas Balıkçısı'nın öyküsüdür. Onun hikayeleri sadece konuşmaz, hisseder ve yaşar, o kadar hisseder ki sanki elinizdeki kitap değildir de candır... O Ege'nin hikayesini yazar, meltemin dövdüğü ruhların, Anadolu'nun güzel insanlarını tasvirler ve bunu öyle bir anlatımla yapar ki kendinizi kahramanıız Mahmut gibi, ona denizi sevdiren Halil Usta gibi, sevdiği kadın olan Erkek Fatma ve daha nice Ege köylüsü gibi hissedersiniz...

Denizcinin neşesi rüzgardır, o rüzgar ki denizci, ekmek teknesine tam yol enginelere yelken açması için o keskin nida ile emreder.. Rüzgar bir kez yelkenlere doldu mu o zaman "Aganta Burina Burinata"...

Friday, 13 August 2010

Karar verme ve sistem...

Kuzey kutbunu bulan kişinin kim olduğu kişi yıllardır süren bir tartışmadır. Bu konudaki övgüleri bazıları Robert Peary’e bazıları ise Frederick Cook’a düzmektedirler. Benim yazacaklarımda kimin bulduğunun çok fazla önemi yok aslında. Benim hikayem sayısız defa bu hayal uğrunda yapılan denemelerde bir kaşifin başına gelenler ile ilgili...

Kaşifimiz, keşif için çıktığı yolculuk sırasında çok da beklenmedik olmayan bir zorluğa, tipiye yakalanmış. Yakalandığı tipide bir anda ortada kala kalan kaşif, zor da olsa bir igloo yapmayı başarmış.
Ölümden kurtulduğunu düşünen kaşif, yaptığı igloya sığınmış ve tipinin sona ermesini beklemeye başlamış. Bir kaç saat içeride kaldıktan sonra kaşif bir anda önceden hiç tahmin etmediği acı gerçek ile karşılaşmış. Kaşifin alıp verdiği nefes ile havaya karışan su buharı iglonun duvarlarına yapışıp buz oluyormuş. Bu da duvarların içeriye doğru kalınlaşmasına neden oluyormuş. Kendi kendine daralan bir kafes yaratan kaşif için artık verilmesi gereken bir karar varmış.
Ya dışarı çıkıp tipiyi aşarak bir yerleşim yerine ulaşacak, ya da kafesin daralmasıyla olduğu yere sıkışıp kalacakmış.
Hepimizin hayatı boyunca yaşadığı da bu değil mi? Karar vermek zorunda kalmak, ama hangi kararın bizi doğru sonuca ulaştıracağı konusundaki kararsızlık... Tamamıyla tahmin edilebilir, hatta kesin kelimesi ile adlandırılan sonuçları bilimin konusuna giriyor. Diğerleri ise muhakeme ve insanın yetisi ile şekilleniyor. Bu konuda sistem ne diyor peki?

Sistem, karar verenin kararının doğru ve yanlış olmasını sorgulamıyor, kararın sonuçlarının ne olursa olsun kişi tarafından belirlendiği sürece ulvi olduğunu savunuyor... Pişman olmak ise sistemin kitabında yer almıyor, bunun yerine sadece "ders almak" ifadesi yer alıyor.

Sunday, 8 August 2010

En iyi Vegas Filmleri

Film senaryolarının vaz geçilmez şehridir Las Vegas. Onlarca Las Vegas'ta fim içinde ikisi vardır ki hayatımda önemli yer etmiştir, etkilemiş, kendisine hayran bırakmıştır...

Fear and Loathing in Las Vegas

Kadim dostumun sayesinde izlediğim film, bir gazeteci ve psikotik avukatının Las Vegas'ta Amerikan rüyasının peşinde koşturmalarının hikayesidir. Johnny Depp ve Benicio Del Toro'nun, filmin tamamında uyuşturucu etkisinde bulunan karakterlere bu kadar yakın, bu kadar uygun olması nefes kesicidir. Olağan dışı rollerin adamı Depp'in kanımca kariyer zirvesi yaptığı, hatta oyunculuk hayatının kaderinin belirlendiği roldür. Del Toro ise çılgınlıktan deliliğe, delilikten paranoyaklığa atlarken bu atlamaları pürüzsüz bir yumuşaklıkla yaparak kendine hayran bırakmaktadır.

Gerçek dünya ile hayalin karıştığı, bazen birbirlerinin yerine geçtiği, daha sonra anlaşıldığı üzere aslında gerçek ve hayalin ne olduğunun çok da fark etmediği bir Dali tablosudur filmin tamamı...
Uyuşturucular tarafından tetiklenen sanrılar, uçurumun kenarında gezinen ruh halleri, tamamen "blur" ama aynı zamanda pitoresk bir görsel şölen yaşatır insana. Uyuşmuşluk hissinin resmini insanın içinden ve dışından aynanın iki yarısı gibi beyaz perdeye yansıtırken, hangi yarıda bulunulması gerektiğinin seçimini de kişinin özüne bırakmıştır yönetmen Terry Gilliam...

Sakin kafayla izlemek iddialıdır, nevrotik bir ruh hali içinde olunması karakterlere yakınlaşma açısından önerilir. (Tabii ki yasaklı madde kullanımını kastetmiyorum burada, sakın diyeyim :)) Defalarca seyredildikçe farklı anlamlar kazanan, kaçırılan ufak detayların yakalanması suretiyle huzura erişildiği bir eren seansıdır. Şiddetle tavsiye edilir...

Leaving Las Vegas

Aşk hikayelerinin en ümitsizi aynı anda da en ümit verenlerinden birinin çevresinde geçen bir hikayedir kendileri...

Nicholas Cage'in canlandırdığı karakterin alkolik olması ve kendi içerek ölmeye adamış olması, benzer şekilde Elizabeth Shue'nun da serbest düşüşte olan fahişelik hayatı aslında filmin asıl konusu için altlık görevi görür. Bu iki insan karşılaştığında ise yollar çoktan çizilmiş, epeyce yol alınmış ve dönüş yolu ufukta kaybolmak üzeredir. Aslında Sera, bir U dönüşü ile geri dönmek için bir dayanak bulmuşken, Ben için dönüş artık imkansızdır. Kararında ısrarcı Ben'in 500 dolara Rolex Daytona'sını satması, ilk akşam yemeklerinin rezil olması fakat onların bunu olağanlığın sıradanlık anlamıyla karşılamaları, Ben'in elinde Martini bardağıyla bankta otururken çevresinden bihaber olma ve Sera'nın Ben'e yemek yapma sahneleri etkileyici sahnelerdendir. Yine de iki karakterin sonu insanın içini ezip parçalar, sonra da parçaları birbirinden olabilecek en uzak noktalara savurur.

İzleyicide bir film içinde yaşanabilecek tüm duyguları hissettiren, yine de sizi terkettiğinde kendinize en yakın hissedeceğiniz varlığın bir kadehten başka olamayacağı bir filmdir. Eğlence ve imrenme ile başlayan, acıma ve ümit ile devam eden, sonunda ise hayal kırıklığı, çaresizlik ile biten dramın müzikleri ise duygularınızı pekiştirecek şekilde seçilmiş, yönetmen Mike Figgis, Sating ve hatta Nicholas Cage emeğiyle yaratılmış.

Sağlam ruh haliyle izlenmesi önerilir aksi takdirde arızalı durumlara meydan verebilir :)